Rus Kurmay Başkanı General PIETROROVIC

|

“Yemen’in sıcağını bilen bilir ağam, taşlar tava gibi kızar. İnanın insanın parmak oynatacak mecâli kalmaz. Bize ‘hazırlanın gidiyorsunuz’ dediklerinde nasıl da sevinmiştik. İki alay yola çıktık ve tam dört ay yürüyüp Doğu Anadolu’ya vardık. Meğer sıcak, ayazın yanında nimet-i ilâhi imiş. Güya ordugâh kurduk ama çadırın bezi buz kesti, oğlak kulağı gibi gevreyip gevreyip kırılmaya başladı. Bölük kumandanım, beni sıhhiye olarak ayırdı ancak ne tabip ne de ilaç vardı. İşsiz güçsüz kaldım, tekrar takımdaki yerimi aldım. Gündüzleri neyse de geceler bitmek bilmiyor. Akşam olunca şiddetli rüzgâr çıkıyor, dağlardan topladığı karları önüne katıp Köprüköy’ü dövüyor.

Yüzbaşımız, gelecek cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri’nin teşrif edeceğini müjdeledi. O gelince bize yün içlik, çorap ve kaput dağıtacaklarmış. Yemen’den beri sırtımızda taşıdığımız yazlıklardan kurtulacakmışız. Allah, devlete ve millete zeval vermesin. Paşa Hazretleri bir gelsin Moskof’u kahredeceğiz. Rusların mutfaklarını ele geçirip sıcak yemek yiyeceğiz...

Şafak sökerken 2059 rakımlı Kızkulağı Tepesini tuttuk. Moskof obüs yağdırıyor, bazı kardeşlerimiz şehit oldular ama zafer bizim olacak. Gece bastırdığında, tepelerdeki Moskof ocaklarının ateşini görüyoruz. Onların kızıllığı ile gözlerimiz ılınıyor. Bir ateş başında oturmayalı ne kadar oldu bilmiyorum. Başkumandan Hazretleri gelse de, ateşe kavuşsak...” İşte Iğdırlı Ali Çavuş kendini bildi bileli hatıra yazar. Ta ki Allahuekber Dağlarında parmakları donuncaya kadar:

...Ve Paşa gelir
Enver Paşa gelir ama “Hakanların Hakanı (!)” askerin karşısına çıkıp da “kusura bakmayın, Ruslar size erzak ve giyecek getiren gemileri batırdı” diyecek değildir ya. Aksine “Düşman sizden korkuyor. Üç beş gün sonra Kafkasya’ya girecek, nimetler içinde yüzeceksiniz. Dayanın çünkü âlem-i İslâm’ın tek ümidi sizsiniz” şeklinde bir nutuk atar...

Önce candan bir “sağol”, sonra “çok yaşa”lar, “varol”lar...
Kayser Wilhelm Mehmetçiği “Alman ordusuna eklenen bir süngü” gibi gördüğü için asker kaybımızı umursamaz. Bu arada Ziya Gökalp her yazısını “Düşman ülkesi viran olacak, Türkiye büyüyüp Turan olacak!” sloganı ile bitirmektedir ki özellikle Üniversiteli gençleri heyecan sarar.

Enver Paşa, harekâtın bir sonraki hedefi olarak Tahran ve Aşkabat’ı gösterir, Dr. Bahaeddin ve arkadaşları yol kavşaklarına “Turan’a gider” levhaları koyarlar. Öyle ya Aşkabat 2000 km ötededir ve dikkate alınacak bir mesafe sayılmaz(!) Bu hayal gücü ile fevkalade roman yazarı olabilirler ama onlar roman değil “tarih yazmaya” kalkarlar.

Dönelim Sarıkamış’a... “burdan araba geçer” raporu verilen yollara yayalar bile sığamaz. Zaten noksan olan mühimmat karlara batar.

Gündüz yürüyüşü ile çarıklar yumuşar. Ancak gece ayazı ile büzülüp mengeneye döner, ayakları koparırcasına sıkar. Askerler olanca yorgunluklarına rağmen sabahlara kadar zıplar, gecenin bir an evvel bitmesi için Allah’a yalvarırlar. İttihatçılar bunları göre göre Enver Paşa’ya çıkar “askerlerimiz o kadar istekli ki” derler, “ellerinden gelse soluklarıyla karları eritip yol açacaklar.

Otuzuncu tümende 16.300 asker mevcuttur ancak bir sonraki güne sadece 1.400’ü çıkar. Zavallılar düşmana tek kurşun atamadan donarlar. Kalanlar bit ve tifüsün ardından kangrenle boğuşurlar. Enver Bey hâlâ zafer sayıklar, öyle ki subaylarına “geri adım atanı vurun” diyecek kadar... Bazı Alman subayları (Mesela Von der Goltz) dayanamaz “bu kadarı da fazla değil mi” demekten kendilerini alamazlar.

“Dağlarda ordu kuruldu / Hücum borusu vuruldu / Bir Sarıkamış uğruna / Doksan bin fidan kırıldı...”

Bir hatıra daha...
Çatışmalar bitip, ortalık durulunca Rus Kurmay Başkanı keşfe çıkar. Bakın adam gördüklerini nasıl yazar:
“İlk sırada diz çökmüş beş kahraman. Omuz çukurlarına yasladıkları mavzerlerle nişan almışlar. Ama tetiğe asılamamışlar. Yakaları donmuş, adeta tahta. Hele bıyıkları, sakalları! Her biri fütuhat oku gibi. Ya o gözler?.. Şu dayanılmaz tipinin bile örtüp kapatamadığı güzel gözler!.. Apaçık!.. İnanın apaçık!.. Ki hiçbir heykeltıraş benzerini yapamaz.

Sonra debelenip sırtındaki sandıkları atmaya tenezzül etmemiş iki katır. Yanında başları semaya dönük, altı masal güzeli Mehmed... Cephaneyi bir avuçlamışlar ki, biz hayatı ancak böyle avuçlayıvermişizdir. Öylesine kaskatı kalmışlar.

Ve sağ başta binbaşı Mustafa Nihat. Ya Rabbi, bu nasıl bir ayakta duruştur ki, sanki huzurunda diz çöküp sana yalvarıyor. Bütün gece yağan kar fişeklerinin yuvalarını bile kapatamamış. Sol eli boynundaki dürbünü kavramış, sağ eli belli ki, semaya uzanıp rahmet dilerken taşlaşmış. De ki: Kale sancağı... Hayrettir, duruşu inançlı, bakışı erkekçe. O gür, kömür karası saçları beyaza bulanmış...”

Ve Moskova’daki askerî müzede sergilenen yazı şöyle sona erer: “Bu müfrezeyi esir almayı çok isterdim, sırf o çocuklara bir tas sıcak çorba verebilmek için... Teslim alamadım, zira bizden evvel Allah’larına teslim olmuşlardı.”

24.12.1914 Perşembe. General Pietroroviç
Halbuki Enver Paşa çoktaaan İstanbul’a varmıştır ve geçmiş olsuna gelen Harbiye Nezareti Ordu Daire Başkanı Behiç Bey’e “Amaaan” der, “bunlar nasıl olsa bir gün ölecek değiller miydi?”