Firavunca Zeka KLEOPATRA

|

Duydunuz mu bilmem, firavunlar kendilerini (haşa) tanrı sandıkları için insanoğlu ile evlenmeye yanaşmazlar. Yuvalarını firavun neslinden biriyle (yani kardeşleriyle) kurarlar. İşte bu aile içi evlilikler yüzünden çocukları sakat doğar, küçük firavunlar da öfkelerini halktan alırlar. Ses ve görüntü olmadığı için milletin gözünden kaçar, kalabalığın karşısına heykellerini çıkarırlar. Eh bu heykeller elbette “canti” ve “görkemli” olurlar.

İşte Kral Marpessa’nın da (XII Ptolemiaos) çok oğlu olur ama bunlar ne bedenen ne de zihnen sağlıklı sayılmazlar. Halbuki kızı Arsione’yi gören çarpılır, bakan bir daha bakar. Derken kardeşi (ve hanımı) İdes tekrar hamile kalır. Firavun o kadar sakat çocuk görür ki kucağına kafadan bacaklı bir veled bıraksalar şaşmaz. Ama bakın şu işe ki eli yüzü düzgün (hatta fazlaca düzgün) bir kız doğar (M.Ö. 69) adını Alkyone (Kleopatra babasını seven tanrıça manasına gelen bir unvandır) koyarlar. Bu kız fevkalade zekidir, sarayda sadece Yunanca konuşulurken (şaştınız değil mi firavunlar yerli değil Yunandırlar) o Aramiceden Latinceye on lisan öğrenir ve çok sesli koro gibi şakırdar. Güzellikte Arsione’yi yakalayamasa da tavrıyla, edasıyla (hele hele diliyle) fark atar. Sarayın kalbi bozukları “bu da nerden çıktı” der, yıllar sonra firavuniçenin sadakatını sorgulamaya kalkarlar.

Sezar Mısır’da
XII Ptolemiaos ölünce taht Maleogras’a (XIII Ptolemiaos) kalır ki henüz 15 yaşında filandır. Şimdi bu şaşkın firavun, kızkardeşlerinden birini almak zorundadır. Kleopatra diş diş sarımsak yiyip yüzüne yüzüne geğirse de kardeşinin elinden kurtulamaz. Tereddütsüz onu seçer kendine eş yapar. Ama Kleo Maleogras’a tahammül edemez, ayrı bir baş çekip iktidar mücadelesine kalkar. Evet, prensesimiz giyinmesini, kuşanmasını, yüzünü, gözünü boyamasını iyi bilir ama komutanlığı kıvıramaz. Kardeşine yenilince tasını, tarağını (ve bigudilerini) toplayıp çöllere kaçar.

Olacak bu ya, tam o günlerde Galya, Germanya ve Makedonya fatihi Sezar da çılgıncasına iktidar arzular. Zor da olsa Roma’ya girmeyi başarır, İmparator Pompeius’u kovalamaya başlar. Bu amansız takip Adriyatik sınırlarından Mısır’a sıçrar. Ancak firavunun adamları Pompeius’u yakalayıp öldürür, kafasını Sezar’a yollarlar. Bir bakıma yeni imparatora “yaranmaya” bakarlar.

Sezar, Mısır’ın zenginliğini görünce değil hasımlarını, kendini unutur. İşi gücü bırakıp bu mamur ülkeyi ele geçirme hesapları yapar. Acemi firavunun Sezar’a direnmesi düşünülemez ancak ablası Arsinoe müthiş bir savaşçıdır. Yeleye benzeyen sarı saçları ile dişi bir aslanı andırır. Bedevilerden topladığı güçleri peşine takar, Romalılara saldırır. Gelgelelim Sezar gibi bir savaş kurduna dikiş tutturamaz, fena dağılırlar. Sezar, Arsinoe’yi yakalar, zincirlere bağlayıp Roma sokaklarında dolandırır. Arena kaçkınları kızcağızın elbiselerini paralar, vücudunu kana boyarlar. Artemis tapınağının basamaklarına yatırır, kıtır kıtır keser, dilim dilim doğrarlar.

Peki Kleopatra mı? O karakter oyuncusudur böyle kırdılı döktülü senaryolarda rol almaz.

O gece hava sıcak mı sıcaktır, Akdeniz zoraki soluk alır. Yosun kokulu dalgalar tatlı tatlı kumsalı okşar. İskenderiye’nin kandilleri tek tek sönerken, ay pırıltılı hâlelerle sularda oynar. Uzaklarda ama çok uzaklarda sanki bir harp sesi tıngırdar, bir kadın aryalar söylemeye başlar. Sezar hayal görüyorum herhalde der, bu sesler buralarda olamaz.

Gecenin geç vakti iri bir gölge omuzundaki halıyla nöbetçilere yaklaşır. “Ben prensesin kölesi Apollodore’yim” der, “yol açın bu armağanı generalinize yolladılar.” Muhafız komutanı mesele çıkarmaz, adamı içeri alırlar. Apollodore hediyeyi huzura bırakır. Sezar “Bayram değil seyran değil, bu da nereden icap etti?” derken halı kıpırdar, içinden Karamürsel sepeti gibi ufak tefek ama çok sevimli bir kız fırlar. İtalya, İspanya ve Fransa’da sayısız güzelle karşılaşan Sezar öyle ilk gördüğüne kapılacak bir adam değildir, kaldı ki o günlerde 55’ine merdiven dayamıştır. Lâkin kız kırk yıllık dost gibi davranır ve anlatılamayacak kadar doğaldır. Nefis bir Latinceyle “ben Marpessa’dan olma İdes’ten doğma, Firavun Moleagros’un kardeşi ve karısı Alkyone’yim” der “ama beni buralarda Kleopatra diye tanırlar.” Sonra mevzuya girer ve “senin gibi bir imparatorla benim gibi bir firavuniçenin güçlerini birleştirdiğini düşünebiliyor musunuz?” diye sorar.

Bunu düşünemiyecek ne vardır, bütün dünyayı avuçlarına alırlar.

Git kumda oyna
İşte o geceden sonra Kleo, Sezar’la yaşamaya başlar. Ancak kardeşinden hâlâ çekinir bir kaza okuna gelmekten korkar. Sezar prensesin hasımlarını zorlanmadan dağıtır, isyancıların kellelerini mızraklara sıralar. Şaşkın firavunu da yakalar ve timsah fıkırdayan bir suda “çimmeye” zorlar. Haşa tanrılığa oynayan firavunun sözü timsahlara geçmez, ondan geriye birkaç kanlı köpük kalır, o kadar.

Gelgelelim şimdi karşılarına yeni bir engel çıkar. Mısır halkının Kleopatra’yı firavuniçe olarak kabullenebilmesi için kardeşlerinden biriyle evlenmesi gerekir. Kleo bu problemi kolay aşar, yedekteki ufaklıklardan birini seçip kendine eş yapar. Ağzı süt kokan minik firavun kumda oynayadursun, onlar Sezar’la “gelin güvey” olurlar.

ROMALILARIN KABUSU KLEOPATRA

Kleopatra, ülkesinin Romalılara direnemeyeceğini iyi bilir ama Mısır da öyle “harcıalem” bir ülke değildir. Şimdi Sezar’a bir gösteri yapmalı, kibirli imparatorun başını döndürmelidir.

Sezar’ı kraliyet gemisi Thamamegos’ta ağırlar, sarayı andıran tekneyle Afrika içlerine doğru akarlar. Sezar ipek tentelerin gölgelediği divanlara uzanıp soğuk şerbetleri götüredursun, kürekçiler tempo tutar, egzotik çöl şarkıları mırıldanırlar. Kleo, güvenliği 400 tekneden oluşan Nil donanmasıyla sağlar. Üç haftalık bir yolculuktan sonra eski başkent Thabes’e ulaşırlar. Sezar, Keops, Kefren ve Mikarinos’u görünce adeta donar, hele Memphis, Karnak ve Luksor’da dilini yutar. Deniz gibi çoşan Asuan Şelalesinde “abi yok bööle bi şey” demeden duramaz.

Evet, firavuniçenin dediği gibi bu zenginliği askerî dehası ile birleştirebilirse...

Hani Galya’nın süvarileri, Germenler’in piyadeleri ve Kleopatra’nın serveti ile...

Mısır’daki hesap...
Sezar, rüya gibi geçen balaylarından sonra, Roma’ya döner ve muhaliflerinin ümüğünü sıkar. Başkent artık ona küçük bir kasaba gibi gelir, silah arkadaşlarından, eski karısından (Kalupurniya’dan), klasikleşen merasimlerden, uzayan forumlardan, kuralcı nazırlardan, gladyatör azmanlarından sıkılmaya başlar. Senotoyu dağıtır, seçme ve seçilme hakkına el koyar. Eh çevresindekiler de ‘sevimli cadı’nın elinde oyuncak olan imparatora cephe alırlar. Sezar savaş arabalarını yola çıkaramadan, hasımları kamalarını çıkarır, onu kendi evlatlığına (Brütüs’e) vurdururlar.

Ortalık karışınca Kleo, Mısır’a kaçar ama Sezar’ın oğlunun (Kaiserion) annesi olarak Roma’daki iktidar mücadelesine bigane kalamaz. Evet, tac ve taht Oktavianus’un hakkıdır ama Marcus Antonius yönetime el koyar. Yeni İmparator yerini sağlama almak için zaferler kazanmalıdır. Bunun için İran üzerine bir sefer açar. İşte ordugâhını Tarsus’a kurduğu günlerde Kleopatra’yı yanına çağırtır. Aklı sıra “ayağıma dolanma, gözünün yaşına bakmam” deyip tehditler yağdıracaktır. Aradan kaç gün geçer bilmiyoruz Mısır donanması adeta deryayı kaplar, Kleopatra’nın altın yaldızlı, gümüş kakmalı, erguvan yelkenli gemisi limana demir atar. Köleler emsalsiz mücevherleri Markus’un ayaklarına döker, önüne dağ gibi altın yığarlar. Hele genç imparator, Kleopatra’yla tanışınca aklı başından gider, liseli aşıklar gibi kıvranmaya başlar.

Artık gözü ne taht, ne asker görür, yeryüzünün en güçlü kadınıyla yaşamaya bakar. Sırf hanımı istedi diye yüzlerce gemiyi Mısır’a yollar, Sedir Adası sahillerine Afrika’dan getirttiği kumları yayar. Kleo bu dönemde kendine iyi bakar, nedimeleri onu süt banyolarına yatırır, “aleovera”lı merhemlerle cildini ovarlar. Markus, Romalıları çoktan unutur ama Firavuniçe Mısırlıların refahı için çabalar. Büyük bir imar faaliyetine girişir, Nil havzasına su yolları açar. Akdeniz sahilinde lebiderya bir saray yaptırır ve üç çocuk sahibi olurlar. İskenderiye’nin “adeta başkent” olması üzerine Romalılar ayağa kalkar. Hukukçular bu evliliğin meşruluğunu tartışırken generaller Oktavianus’a omuz çıkarlar.

Roma’ya uymaz!
İşin enteresan yanı Marcus evde kedi gibi uysaldır ama devlet işlerinde karısını muhatap almaz. O günlerde Mısırlılar Suriye civarlarında hüküm süren Yahuda Kralı Eriha ile takışırlar. İmparator Kleopatra’ya destek olacak yerde ikili oynar.

Kleo da onu İran seferinde yolda koyar. Antanius bu seferde büyük kayıplar vermesine rağmen İskenderiye’ye muzaffer bir komutan edasıyla girer ve muhteşem törenler yapar. Kleopatra’yı “kralların kraliçesi”, Sezar’ın oğlunu “kralların kralı” ilan eder. Ancak Roma Konsülü, hiçbirini tanımaz, silahlanır, pusatlanır Oktavianus komutasında yola çıkarlar.

Kleopatra, yanlış ata oynamaz, halkının saadeti için galibin yanında yer almaya bakar. Actium muharabesinin en şiddetli anında alır adamlarını, Mısır’a kaçar. Kendini bir anıt mezara kapar ve ortalığa “öldü” şayiasını yayar. Marcus üç gün sonra İskenderiye’ye gelir, zaten perişandır bir de Kleopatra’nın öldüğünü duyunca çıkarır kılıcını göğsüne saplar.

Oyunlar bozulunca...
Kleopatra, Marcus’tan kurtulduğuna göre şimdi bütün maharetini kullanmalı ve Oktaviyanus’u etkilemeye çalışmalıdır. Yaşı otuzu aşmıştır ama aradan geçen yıllar onu daha alımlı yapmıştır.

Ancak genç komutan onun yanına zırhla çıkar, uzatılan eli tutmaz, yüzüne bakmaz. Bu “şeytan tüylü” kadından öyle ürker ki burnunu bile paçavralarla tıkar. Evet Kleopatra’yı da kardeşi Arsinoe’nin akıbeti bekler, ancak o kendisini yarı çıplak sokaklarda dolaştırıp aşağılamak isteyenlere fırsat tanımaz.

İki firavun ve iki imparatora eş olan efsane kadın odasına gider, mücevherlerini takar. Muhteşem yatağına uzanıp Rakotisli Eudomon’a bir sepet incir ısmarlar. Sadık köle mesajı alır, sepete yerinde duramayan bir kobra koyar. Kleo, “İsis”in simgesi olan yılanla intihar eder, aklı sıra “karizma” yapar.

Kleopatra hafif bir kadın mıdır, ağırbaşlı bir anne midir bilemiyoruz. Yalnız bilinen bir hakikat var ki ne Sezar ne de Marcus döneminde Mısırlıların burnu kanamaz, dahası Avrupa’nın kaynakları Afrika’ya akar. İşte bu yüzden Romalılar ondan hiç hoşlanmaz, öldüğü gün bayram yaparlar.

Batılılar hâlâ o kini diri tutar, Kleopatra dendi mi, “sinsi, içten pazarlıklı ve erkek delisi” bir kadından bahs açarlar.