Sahte Mehdi ZİKREVEYH

|

Karmati liderlerinden Zikreveyh adıyla ünlenen Fereç Kaşani, düşüncelerini kitlelere yayabilmek için ince bir plan yapar. Önce yemez içmez, dünyaya küskün derviş görüntüsü ile çok taraftar toplar. Sonra ortadan kaybolur ama adamları halk arasında dolanır, meraklı kulaklara onun “Mehdi” olduğunu ve bir gün mutlaka döneceğini fısıldarlar.

Aradan yıllar geçer, dailer Mehdi’nin artık gelmeli olduğunu söyler, adeta heyecan pompalarlar. Nitekim bir akşam vakti sempatizanları Duriyye kabristanına çağırır, güya sağı solu eşeler ve öbür âlemlere açılan küflü kapının (!) demir halkalarını bulurlar.

Büyük bir heyecanla kaldırılan kapak, yeraltına inen bir dehlize açılır. Ortada çıt çıkmaz, seyirciler nefes almaktan bile korkarlar. Zikreveyh zamanlamayı iyi yapar, duyguların doruk yaptığı noktada ortalığa çıkar. Tembihli dailer kalabalığı peşlerine takar, “Müjdeler olsun Mehdi geldi!” avazeleri ile şehri ayaklandırırlar. Ardından silahlanır pusatlanır, civar karakolları basar ve halifenin askerlerini Kûfe’den kovmaya kalkarlar. Zikreveyh bir anda öyle güçlenir ki Abbâsi ordusunu bile yenip geri yollar. O günden sonra Horasan yolunu ele geçirir, hacı adaylarını soyar soğana çevirir, kör kuyuları cesetlerle doldururlar.

Devlete doğru...
Ancak Sortekin oğlu Vasıf bunları yanına koymaz, Zikreveyh’i yakalamayı başarırsa da oğlu Yahya yerini alır ve babasından aşağı kalmaz. Kûfe-Şam yolunu ele geçirir ve askerî disiplinleriyle tanınan Tolunoğullarını bile uğraştırırlar. Bir ara Yemen civarında şakilik yaparlarsa da, sıkıştırılınca Asya’nın derinliklerine kaçarlar. Gidip Multan şehrini istilâ eder, bu kez de Gazneli Mahmud’un başını ağrıtırlar.

Ebû Abdullah eş-Şiî ise Kuzey Afrika’da Mağriplileri etrafına toplayıp bir devlet kurar. Ardından gelen Hüseyin, güzelliği ile göz kamaştıran bir Yahudi demircinin dul kızına fena takar. Ayağına hazineler döküp kadını razı eder ve onunla yaşamaya başlar. İşte bu kadından olan oğlu Ubeydullah Asimet-ül Afrika diye anılan Keyruvan’ı ele geçirir, devletin sınırlarını Tunus Kartaca’dan, Mısır’a kadar uzatırlar.

Türklere düşman
Bir ara Büveydi Sultanı Samsâmüddevle Kûfe’yi istilaya kalkan Karmatiler’i dağıtsa da bu kez gider Bahreyn’de yuvalanırlar. Ebû Said Cennâbı liderliğinde müstakil bir devlet kurarlar (899). Hatta Bağdat’da ikâmet eden Abbâsi halifesini tehdide kalkar, Abbâs Amr el-Ganavı komutasındaki kuvvetler vaziyete el koyuncaya kadar çok can yakarlar.

Bilahare Karmatiler’in başına geçen Ebû Tahir, Basra ve Kûfe’yi alır. Ticaret yollarında terör estirip, kervanları soyar. Adamlar bakarlar kimseden tepki yok, gider Mekke’yi basarlar. Halkı ve hacıları kılıçtan geçirir, Hacerü’l-Esved’i yerinden söküp alırlar. Akılları sıra Hecer’de sahte bir Kâbe yaptırıp (930) müminlerin kafasını karıştırmaya bakarlar. Bu kaos tam 22 yıl sürer, edepsizliğin bu kadarı Fatımî halifesini bile bizar eder, ağırlığını koyar da Hacer-ül Evsedi teslime yanaşırlar.

Abbâsi halifeleri Mehdilik iddiasında bulunan Karmati liderlerini hapsetseler de saraydaki dailer onları kaçırır, anahtarları yine yerine bırakırlar. Cahil halk kilitli kapıları aça aça dışarı çıkan ermiş hikayelerine bayılır, gider onların etrafında toplanırlar. Halifeler bu taife ile başa çıkamayınca Selçuklu Sultanlarından yardım talebinde bulunurlar. Tuğrul Bey, Alpaslan ve Melikşah büyük bir mücadele verir. Türkmen reislerinden Artuk Bey bunları nispeten yola koyar. İşte o günden sonra Batıniler, Fatımî gölgesine sığınır, göze batmamaya çalışırlar. Müslümanlar henüz nefes almıştır ki Alamut’u ele geçirir ve tekrar gün yüzüne çıkarlar.

İşte bu Batıni-Abbasi çekişmesi Haçlıların da işine gelir. Hatta Winchester Piskoposu Peter des Roches, “Bırakalım köpekler birbirini yesin. Geri kalanlarını biz gebertir, dünyayı temizleriz” der, fitneden medet umar.

İsmailiyye mensupları Fatımî halifesi el-Mustansır’ın (1094) ölümü ile, Nizâriyye ve Müsta’liyye diye iki kola ayrılır, birbirlerini boğazlarlar. Hasan Sabbah yönetimindeki Nizariler, İslâm hükümdarlarına suikastlar yapar, Nizamülmülk gibi bilge vezire bile acımazlar. Sabbah’ın fedaileri Hülagu, Suriye Nizârleri ise Sultan Baybars tarafından dağıtılınca Hindistan’a kaçarlar. Bombay’da “Aka Han-i Mahallati” etrafında toplanır, yeni bir mevzi açarlar. Halen “Aka Haniyye” adıyla anılan grup Kaçar Hanlarına musallat olur, Lübnan’da kalanlar ise “Duruziyye” (derezi, dürzü) adıyla tanınırlar.

Ayrı adlar altında
Musta’liyye mensupları bir müddet Mısır’da hüküm sürdükten sonra Yemen’e yerleşir, sonra Hindistan’a geçerler ki orada hâlâ “Bohra” adıyla tanınırlar.

Tarih boyunca Batıniyye, Düruziyye, Sebiyye, Talimiyye, Melâhide gibi isimlerle anılan İsmâilîyye liderlerinin tefsir, hadis ve fıkıh üzerine bir çalışmasına rastlanmaz. Onlara göre en önemli şey “İmâmet”tir. İmamlarının hatasız, günahsız olduğuna inanır, eleştirmekten şiddetle kaçarlar. Bunlar Şii menşeli olmalarına rağmen zaman zaman Şiilerin de tepkisini çeker, İslam dışı sayılırlar.

İsmaili liderleri Haçlılarla kol kola olmalarına rağmen adam aparmaya gelince Müslümanlara oynarlar. Çok bilinen ve zaman zaman tutan bir yolu dener “Evladı resul” oldukları iddiasında bulunurlar. Hazret-i Muhammed’in şeriatine uymasalar da Ümmet-i Muhammedin, Resulullah aşkından istifadeye çalışırlar...