Unutulmaz Tercüman ABDULLAH-İ TERCÜMAN

|

Yıllarca papazlık eğitimi aldıktan sonra hizmetine girdiği ünlü rahip Nikola Mertil’den İslâm’ın hak din olduğunu öğrenen Anselmo, hayatının kalan kısmını Müslümanlar arasında geçirmek üzere Tunus’a doğru yola çıkar. Ancak ayağını limana henüz basmıştır ki şehrin Hıristiyanları onu tanır ve ağırlamak için birbirleriyle yarışırlar. Anselmo gördüğü ilgiye çok şaşar ve yeni bir hayata başlama hususunda tereddütleri olan Nikola Mertil’e hak vermeye başlar.

Kahramanımız, bu sevimli Arap kentinden çok hoşlanır. Medina’nın (şehir merkezi) dar aralıklarına, kemerli çarşılarına, şirin dükkanlarına bayılır, ortalık bal dök yala denecek kadar temizdir, halk fevkalade güleryüzlü ve kibardır. Halbuki ona İslâm ülkelerini çok başka anlatmıştırlar. Palasından irin damlayan ve kanlı kanlı bakan saldırganlar umarken nur yüzlü insanlarla karşılaşınca içi rahatlar.

O gün Zeytuniye Camii civarında dolanırken ezan-ı Muhammedî okunur, esnaf dükkanını kapamadan mescide koşar, müminler ellerini yüzlerini itina ile yıkar, zengini fakiri omuz omuza saf tutar. Yabancı olduğu her halinden bellidir ama kimse onu çevirip “ne arıyorsun kime bakıyorsun” diye sormaz. Anselmo bu şehirde yerleşmeye karar verir ve bir han odası tutar. Tunus’ta hayat sabah ezanlarıyla başlar, yatsıdan sonra insanlar evlerine çekilirler, pencerelerinden mırıl mırıl Kur’an sesleri taşar. Ne ayyaş, meyhur, ne hırsız, uğursuz, ne de fuhuş yapan kadınlar... Sonra Müslümanlar kul hakkından çok korkar, kumaşı bol bol keser, teraziyi dosdoğru tutarlar.

Arapçası ilerledikçe şüpheleri dağılır ve İncillerde bahsedilen müjdecinin Ahmed-i Mahmud-u Muhammed Mustafa olduğunu yakinen anlar. Tereddütsüz Kelime-i şehadet getirir ve ahir zaman peygamberine ümmet olmaya bakar.

Ancak haç takmasa da, cübbe zünnar kuşanmasa da şehrin Hıristiyanları ona saygılı davranırlar. Bir zaman sonra bu çifte kimlik canını sıkmaya başlar. Din değiştirdiğini resmen ilan etmeye niyetlenir ve az çok İtalyanca bilen bir hekim vesilesiyle Sultan’a çıkar.

Şu İspanyol var ya...
Sultan Ebü’l Abbâs Ahmed, Anselmo’yu çok sever, aralarında sımsıcak bir dostluk başlar. Anselmo bu ihtida merasimini hayra tebdil etmenin yollarını arar. Bunun için şehrin önde gelen Hiristiyanlarının davet edilmesini ve kendisi hakkındaki kanaatlerinin sorulmasını arzular. Kısacası bilmeden bir zamanlar Yahudi âlimi olan Abdullah ibn-i Selâm’ın (radıyallahu anh) Resulullah efendimizin huzurunda yaptığını yapar.

Ebü’l Abbâs Ahmed, şehrin Hıristiyanlarını hükümet konağında çağırır, önlerine tatlılar meyveler koyar. Sohpet arasında laf olsun gibilerden sorar: “Şu şehre gelen genç İspanyol efendi bir çocuğa benziyor, ne dersiniz?

- Sadece efendi değil nasipli biri. O Nikola Mertil gibi bir üstadın yanında on yıl okudu, nice sırlara vasıl oldu.
- İlim ehli yani? / -Ona ne şüphe? / - Güvenilir mi? / -Elbette / - Dediğini yapar mısınız? / - Öleceğimizi bilsek bile! / - Peki “İslâm’a gelin” dese?
Hıristiyanlar cereyan çarpmış gibi ayaklanır “olur mu öyle şey” diye heyheylenirler. Anselmo odaya girer, aşk ve şevk ile Kelime-i şehadet söyler. Gelgelelim az evvel onu meth edenler, hakaretler yağdırır, hakikati görmek istemezler.

Sultan, Anselmo’nun adını Abdullah koyar. Hem bakın şu tevafuka ki o günlerde liman reisliği ve tercümanlık yapacak bir adama şiddetle ihtiyacı vardır, onu hemen vazifeye atar. Öyle ya Helen ve Latin dilleri üzerine uzman olan, Rum’la, İtalyan’la, Fransız’la, İspanyol’la şakır şakır konuşan birini arasa bulamaz.

Tercüman Abdullah, Arapça’da ilerledikçe İslâmi ilimlerde de derinleşir, fıkıh, hadis, tefsir derken tasavvuf yolunda da yükselmeye başlar. Adı güzel Muhammed’e âşık olur, ona lâyık ümmet olmaya bakar. Sultan, sevimli tercümanına Tunus eşrafından Hacı Muhammed es Safâr’ın kızını ister, ona güzel bir düğün yapar, sıcak bir yuva kurarlar. Tercüman Abdullah’ın şeker mi şeker bir oğlu olur adını...

Elbette “Muhammed Mustafa” koyar.

Bu arada Sultan Ebü’l Abbâs Ahmed vefat eder, yerine geçen oğlu Ebü’l Fâris Abdülâziz zamanında tercümanımızın vazifeleri artar, Kâbis kalesindeki hazine eminliğinin yanı sıra misafirhanelerin idaresini de ona bırakırlar. Ancak Sicilyalı Hıristiyanlar olup biteni sindiremez, peşine takılırlar. Ansızın iki kadırgayla limana girer, bir tekneye el koyarlar. Mallara ve rehinelere karşılık istedikleri tek şey vardır, “Anselmo Turmeda!”

Sultan oldu bittilere papuç bırakacak adam değildir, istenileni vereceğine dair bir mektup yollar ama işi ağırdan alıp kulağının üstüne yatar. Korsanları günlerce oyalayıp yorar ve dikkati dağılan eylemcilere ani bir baskın yapar.

Kendi sözleriyle...
Abdullah-i Tercüman hazretleri ne zamandır, Kilisenin içyüzünü, Hıristiyanlığın nasıl bozulduğunu anlatan bir eser yazmayı arzular. Tunus’ta aradığı her kaynağa ulaşır, bu bilgi birikimine, bu kültür zenginliğine çok şaşar. Geceli gündüzlü çalışır, papazları kendi sözleri ile vurup, onların methodlarıyla İslâm’ın hak din olduğunu ispatlar. Bu kıymetli eserin adını da “Tuhfet-ül-Erîb” koyar.

1420 yılında çoğaltılıp elden ele ulaşan kitabın ilk baskısı 1873 yılında Londra’da yapılır. Bilahare Hacı Zihni Efendi tarafından Türkçe’ye tercüme edilir ve Osmanlıcası yayınlanır. Orijinal el yazması Berlin Kütüphanesinde saklanan Tuhfet-ül-Erîb bilahare İhlas Vakfı tarafından bastırılıp dağıtılır.

Ne yazık ki günümüz Tunusluları bu büyük âlimi tanımıyorlar, Türkler ısrarla türbesini arayıp sorunca “yoksa bu zat İstanbullu mu” diye soruyorlar.

“Hayır Mayorkalı” diyorsunuz, şaka yaptığınızı sanıyorlar.