Erlikten Emirliğe TİMUR HAN

|

Timur, Türkistan’ın Yehr-i Şebz şehri yakınlarındaki Hoca Ulgar köyünde doğar. Babası Turgay Bey ile annesi Tekine Hatun devrin büyüklerinden Seyyid Emir Külâl (Gilâl) hazretlerine talebe olmakla şereflenen ihlaslı birer Müslümandırlar.

Timur da bu temiz kaynaktan beslenir, ilk hocası Şeyh Şemseddin Gülâl’ın anlattıklarını kaçırmamaya bakar.

Her Türk gibi o da ağzı süt kokarken tay sahibi olur, atıyla birlikte büyür, yeşil çayırları beraber turlar, sarp yamaçlara birlikte tırmanırlar. Babası Barlas oymağının beyidir ve Timur’un da “bey oğlu bey” olmasını arzular. El kadar çocuğun beline kılıç bağlar, omzuna yay asar, başına tolga koyar. Timur en usta silahşörlerden, en mahir kemankeşlerden ders alır. Bir hamlede sadak boşaltır ve asla boşa ok salmaz. Yay gere gere omuzları genişler, pazıları göze gelmeye başlar. Henüz 12 yaşında cenge çıkar, alnı akıtmalı atının pembe burnuna minik bir buse kondurup dizgin boşaltır, meydanda basmadık yer bırakmazlar. Bu ateş gözlü kısrak geniş kavisler çizerken Timur yayını gerer, ok yapıştıracak açık arar. O gün saçını cenkte ağartmış namlı cilasunlardan fazla iş yapar, sadağındaki ok sayısınca düşman kırar.

Genç komutan
Timur henüz 17-18 yaşındayken Çağatay Valisi Kazgan Han’ın emrinde cihada çıkar. Mızrağıyla taşı deler, kılıcıyla kalkan yırtar, gürzünü düşmanın miğferine geçirdi mi altındaki atı bile çökerte yazar. Ancak Timur sadece iyi bir muharip olmakla kalmaz, birliklerin sevk ve idaresine de kafa yorar. Gün gelir üç yüz fedaisiyle on binlik orduları yenmeye başlar.
Timur’un insana emniyet hissi veren temiz bir siması vardır, görenin adeta içi kaynar. Siyah sakalı yüzünü nurlandırır, saçları omuzlarına sarkar. Sarp dağlara bulut nasıl yakışırsa ak sarığı da başına öyle yakışır, ucunu destan kahramanları gibi rüzgara salar.

Kazgan Han onu evladıyla bir tutar, hatta kızı Olcay Türkân’la evlendirerek kendine damat yapar. Ancak hasımları Kazgan Han’ı pusuya düşürüp öldürünce yörede dirlik düzen kalmaz. Timur katilleri tek tek bulur, alayından hesap sorar.

Peki de kazan
Timur, han da olsa dervişâne yaşar. Kalabalıklara bey olmaktansa, Seyyid Emir Hazretleri’ne er olmaya bakar. Büyük veli zaman zaman oğlu Emir Ömer’i ona yollar nasihatte bulunurlar. Tîmûr dergahtan gelen habercilerin yanında elpençe divan durur ve gereğini yapar.

Bir keresinde Emir Külâl Hazretleri yatsı namazını müteakip başlarını önlerine eğer, tefekküre dalarlar. Sonra talebelerinden Mensur’u yanına çağırır ve “Git Emir Timur’a söyle, derhal Harezm üzerine sefer açsın. Oturuyorsa kalksın, ayakta ise yola çıksın. Semerkant’ı da hasımlarının elinde bırakmasın” buyururlar. Timur, o dakika hareket borularını çaldırır, alelacele yola çıkar. Bakın şu işe ki o gece sabaha karşı Harezmliler Timur Han’ın çadırını basarlar. Timur’un kendi kalelerini almaya gittiğini duyunca çok şaşırırlar ama meğer ki geçmiş ola... Baskın verelim derken yerlerinden yurtlarından olur, ava giderken ağa tutulurlar.

Devletin başına
Timur, Harezmi umduğundan kolay alır, Semerkant’lılar ise onu hiç uğraştırmazlar. Zaten o günden sonra asla yenilmez, işleri o kadar tıkırında gider ki bir ara korkmaya başlar.

Timur, haza devlet adamıdır, müşfik ve neşeli olmasına rağmen karar verirken ciddileşir, gözleri derinlere dalar. Öfkesini kontrol etmesini bilir, içinde bulunduğu anı enine boyuna tartar. Bir tümen yağıyı yayan yapıldak basacak kadar gözü kara olmasına rağmen erlerine kıyamaz. Birinin bile burnunun kanadığına dayanamaz. Halk zaferleri şölenlerle kutlarken o dolu dolu hüzün yaşar. Gider direği kırılan çadırları dolanır, şehit yetimlerinin saçlarını okşar. İşte bu yüzden sözle çözebileceği işi sözle çözer, kolay kolay elini beline atmaz. Zira bir kağan kılıcını kınından çıkardı mı kan nehir olup akar. Terziler gibi kırk defa ölçer, bir kere biçer, aksakallı kocamışlara, nur yüzlü velîlere danışmadan sefere çıkmaz. Etrafındaki çekirdek kadroyu Allah rızasından başka bir şey düşünmeyen mert insanlardan kurar, yanlış adama oynamaktan çok korkar. Az konuşur, öz konuşur, sözü adeta adamlarının kanına karışır, nabızlarında vurmaya başlar. Eh böyle olunca başarı gelir seni bulur, nitekim gücü ve nüfuzu hızla artar.

Ganj’dan Volga’ya
Bir ara Asya’da Hanlar, beyler birbirleriyle takışırlar, gereksiz yere kardeş kanı akar.

Biliyor musunuz, Türklerin ve Moğolların hoş bir gelenekleri vardır. Zor anlarda derhal bir “Kurultay” toplar içinde bulundukları durumu enine boyuna tartışırlar. İşte Belh’te toplanan Kurultayda Timur’a “Kutbeddin” “Cennet mekân” ve “Sâhib Kırân” unvanlarını bağışlar, onun etrafında toplanırlar. Ancak genç Kağan Cengiz hanedanının prestijinden yararlanmak için, tahta Çağatay sülalesinden Soyurgatmış Han’ı oturtur, şeklen ona bağlı görünse de memleketi Timur’dan sorarlar.

Timur sadece askerî deha değil siyaset uzmanıdır. Tehlikeleri herkesten önce hisseder ve fırsatları asla kaçırmaz. Nitekim kısa bir süre içinde İmparatorluğunun sınırları İtil (Volga)’den Ganj Nehri’ne, Tanrı Dağları’ndan İzmir’e uzar...

AH O ANKARA!

Sultan Bayezid’in yıktığı beyliklerin varisleri eteklerini tuttukları gibi Timur Han’a koşar, Emir Timur’un önünden kaçanlar da gelip Yıldırım’a sığınırlar. Öyle bir gerginlik yaşanır ki iş kontrolden çıkar.

Karabağ’da toplanan savaş divanında oğulları Timur han’a “Osmanlılar Hıristiyanlığa karşı duruyorlar, Bayezid’i yenmek bize bir şey kazandırmaz. Neyi paylaşamıyoruz, onların gözü Avrupa’da” der isabetli yorumlar yaparlar. Ancak bazı komutanlar “yüzümüzü Çin’e dönebilmek için bu işi bitirmek zorundayız” deyince savaşa hazırlanırlar. Timur yine de “Yıldırım diğerlerine benzemez, işimiz zor olacak” diye mırıldanır bu gaileyi savaşsız aşmanın yollarını arar.

Hatta Çubuk Ovasına vardığında bile mütereddittir, kaldı ki oğulları ve torunları da bu sefere gönülsüz katılırlar.

Perşembenin gelişi
Biliyorsunuz Emir Sultan hazretleri Yıldırım Bayezid’in damadıdır, ancak o dahi bu kardeş kavgasına mani olamaz. Ok yaydan çıkınca köşesine çekilir, hiçbir şeye karışmaz. Onun bu haline mana veremeyen Hundi Hatun sorar:
- Babamı yalnız mı bırakıyorsun?
- Ne bu savaşın bir mânâsı, ne de babanın kazanma şansı var. Eğer elinden bir şey geliyorsa hiç durma. Geç olmadan caydırmaya bak.
- Niye öyle söylüyorsun. Babam mağlubiyet tatmamış bir sultandır.
- Evet, Timur da mağlubiyet tatmayan bir hakandır. Sen onun kaç devleti yıktığını biliyor musun? Üstelik ülkesi daha büyük, askeri daha fazla.
- Ne yapmalıyız peki?
- Ne yapabiliriz ki? Sultanımız aklını örten öfkenin farkına varmadıkça...
- Diyelim ki öfkesi galip geldi?
- Bugünleri çok arar...

Dostça karşılar
Sonrasını biliyorsunuz işte... Çubuk Ovasında yapılan o tatsız savaş ve esir düşen koca Sultan...
Timur, Bayezid’i dostça karşılar, hasmını hısım gibi bağrına basar. Ancak Yıldırım Bayezid yıkılmıştır. Ölen onca insan, yıkılan bir devlet ve gittikçe ağırlığı daha fazla hissedilen vebal... Bu acıyla yaşamak zordur, hoş o da yaşayamaz.

Timur Han, Bayezid’in ardı sıra çok ağlar, “yazık oldu” diye mırıldanır, “böylesi bir mücahid kolay bulunmaz”.

Timuroğulları, Ankara Savaşının ardından gelir, Bursa’yı muhasara altına alırlar. Şehir halkı perişan olur, çoluk çocuk aç kalırlar. Ahali gelip Emir Sultan’ı bulur dert yanarlar. Mübarek bir kâğıda bir şeyler karalar, ordugâha yollar. O kâğıtta ne yazılıdır bilemiyoruz, ancak hemen o gün çadırları söker Asya yollarına koyulurlar.

Timur bu arada İzmir’i Hıristiyan şövalyelerden arındırır, Anadolu’da harita birliğini oturtamasa da “inanç ve hedef birliğini” sağlar. Beylikleri eski sâhiplerine bırakır, Anadolu’nun gözde âlimlerini yanına alır, Çin’e doğru yola çıkar.

Bazı tarihçiler hadiseye iyi tarafından bakar, Osmanlının 6 asır yaşamasını Ankara Savaşına bağlarlar. Zira Çelebi Mehmet, devleti silbaştan kurarken adımlarını dikkatli atar ve öncelikle müesseseleşmeye bakar. Osmanlı o günden sonra da yenilgiler tadar ama devlet yıkılmaz.

II. Murad Han ve hatta Fatih Sultan Muhammed, Yıldırım Bayezid’in hatasından ders alır, Timur’un oğlu Şahruh’a bağlılıklarını sunarlar. Adımlar ölçülü atılınca arzulanan dostluk sağlanır. Timur’un torunlarından Hüseyin Baykara ve Uluğ Bey (ki NASA’nın bile ilmine düğme iliklediği bir astronomi âlimidir) talebelerini İstanbul’a yollar, ilim hayatımıza hız katarlar.

Çin yolunda
Timur’un gözü çocukluğundan beri Set ardındadır ve yıllarca Çin hakkında bilgi toplar. Mâlum, Çinliler sanatkar insanlardır, porselenin, kumaşın alâsını yaparlar. Ancak kum gibi kalabalık olmalarına rağmen savaşmayı bilmez, gücü görünce teslim olurlar. Büyük cihangir onları İslamlaştırabilmeyi çok arzular. Nitekim 1404 kışında bozkırın dondurucu soğuğuna rağmen yola çıkar. Henüz Otrar şehrine gelmiştir ki kolunda güç, gözlerinde fer kalmaz. Hekimbaşı Fazlullah açık açık “bu hastalık düzelici değil sultanım” deyince eşiyle-dostuyla helalleşir, vasiyetini hazırlar. “Oğullarım” der, “Milletin refahını, saadetini sağlamak için zayıfları koruyun, yoksulları zenginlerin zulmüne bırakmayın. İhsan düsturunuz, adalet rehberiniz olsun. Benim gibi uzun saltanat sürmek isterseniz, kılıcınızı düşünmeden kaldırmayın, kaldırınca hakkıyla kullanın. En yakın adamlarınız bile nifak tohumu saçabilir, fitnecilere aldırmayın. Eğer sözlerime uyarsanız taç başınızda kalır. Benden sonra gelecek hakanlara da bana bağlandığınız gibi bağlanın!”

Halının tozu
Timur’un son sözü “Lâilâhe illallah” olur. Cenazesini Semerkant’a götürür, çok sevdiği torunu Muhammed Sultan için yaptırdığı türbeye defnederler (1405).

Ölümünden haberdâr olan Allah dostları; “Tîmûr öldü. İmânı da birlikte götürdü” buyururlar.

O günlerde veliyullahtan biri keşf halinde Timur’u görür ki çehresi fevkalade güzeldir, mesud olduğu her halinden bellidir. O zat “Halbuki” der “bizim bildiğimiz Timur’un ömrü kan kasavet içinde geçti, bunca cenk bunca cidal...” Dayanamayıp sorar: “Ne yaptın da affedildin?”

- Bir ara Buhara civarında karargâh kurmuştuk. Dik bir yarın altında oturmuş konuşuyorduk. Birileri yukarıdan halı silkelemeye başlamasınlar mı? Adamlarım hemen ayaklandılar. O sıra ortalıkta “halılar Kasr-ı Arifan’a (Şahı Nakşibendi hazretlerinin dergâhına) aitmiş diye bir söz dolanınca “bırakın” dedim, “tozu başımıza yağsın.” İşte beni o büyük velinin hatırına bağışladılar.

Timur’un oğullarından sadece ikisi hayatta kalır. Bunlardan Mihrişah, Irak-ı Arap (Bağdat) ve Azerbaycan’da hüküm sürer, Şahruh ise baba yurdundan (Horasan’dan) ayrılmaz.