İtaatsiz Sivil THOREAU

|

Yıl: 1846 Concord-Massachusetts Henry David Thoreau, tahsillilerin parmakla gösterildiği yıllarda Harvard Üniversitesi gibi popüler bir okulu bitirir, gelgelelim Harvard’ı “bütün bilim dalları var ama kökünü unutmuşlar” cümlesiyle alaya alacak kadar dalgacı biridir. Aykırılık onun genlerinde vardır ve farklı çıkışlarıyla “bu kadar da olmaz ki” dedirtir.

Bir ara öğretmenlik yaparsa da, talebelerin sorgusuz sualsiz pataklandığı yıllarda dayağa karşı çıkar. İdarecilere “çocuklarla oturup konuşmanın” daha faydalı olacağını anlatmaya çabalar. Peki onu dinlerler mi? Nerdee? Hemen o gün için işten çıkarır, kapının önüne koyarlar.

Buna benzer hadiselerle sıkça karşılaşınca sisteme de sistemden sebeplenenlere de küser, gider Walden Gölü kenarında minik bir kulübe çakar, bir başına yaşamaya başlar. “İnsan, vazgeçebildiği eşya oranında zengindir” diyen Henry, mal, mülk, maaş, mansıb kovalamaz. Doğrusu, kimseye zevalı olmaz, vaktini kitaplarına harcar. Eh kasabalı da onu sever, sayar, ricasını emir sayarlar.

Henry diktadan, baskıdan hoşlanmaz, teammüden (bilerek ve isteyerek) “Kilise, Seçim ve Kelle Vergisi”nin üstüne yatar. Gözü parada pulda değildir ama ödediği her sentin “Meksika işgalinde” ve “zenci katliamında” kullanılacağını bilir, kendince tepki koyar.

Bir yıl ses çıkarmazlar, iki yıl ses çıkarmazlar, üçüncü yıl “yetti gayri” der, şerif Sam Stamps’ı üstüne salarlar.

Sam, mevzuya kibarca girer ve yasayı hatırlatır, ancak Thoreau “vicdanımın yasası devletinizin yasasından önde gelir” der, noktayı koyar.

Şerif düz bir adamdır, alangirli sözlerden anlamaz. “Verginizi ödememişsiniz” diye başa sarar.
-Biliyorum ve ödemek istemiyorum.
-Ama nasıl olur?
-Bayağı da olur.
-Vergi ödemeyenleri tutukladığımızın farkındasınız sanırım.
-Elinden geleni ardına koyma Sam. Buyur vazifeni yap!
-Yok onu demedim yani. Bir akıl versen de bu işten sıyrılsak.
-Öyleyse istifa et. Pisliğe bulaşma.
-İşte onu yapamam.
-O zaman beni deliğe kapa.
-Başka çarem mi var?
Şerif Sam, Thoreau’yu önüne katar ve ünlü sosyoloğu kodese tıkar.

Bu, kasabada günün hadisesi olur, yakın arkadaşı Ralp Waldo Emerson derhal koşar gelir ve sorar: “Niye buradasın Henry?”
-Sen niye burada değilsin Waldo. Hani emperyalizmin önünde eğilmeyecektik, insanın insana tahakkümüne, ırkçılığa, köleciliğe karşı duracaktık?
Waldo “haklısın yahşisin” der ama mapushaneye girmeyi göze alamaz. Thoreau yerinden gayet memnundur ancak ertesi sabah kapıları açar, zincirleri boşaltırlar.
-Hayrola Sam? Neler oluyor?
-Halanız borcunuzu ödedi. Çıkabilirsiniz.
-Hayır çıkmıyorum. Borç benim değil mi?
Haydaaa... İşe bak!
İşte kimseye zararı olmayan böylesi direnişlere “sivil itaatsizlik” derler, Thoreau oturup bunun sınırlarını belirler ki, bir kere ellerine asla silah almamalıdırlar. Sonra tahribat yapmaz, anarşi çıkarmazlar. Eylemleri aleni koyar ve bedeline katlanırlar. Önce insan olmaya bakar, maroken koltukluları ve omuzu kalabalıkları takmazlar.

Thoreau’nun “Civil Disobedience” (1849) adlı makalesi Tolstoy’a, Martin Luther King’e, Mandela’ya da rehber olur, yine Ghandi İngilizler’e bu metotla karşı koyar.

ABD yönetimi Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu Muhammed Ali’yi Vietnam’a yollamaya kalktığında, efsane boksör “hiçbir Vietkonglu bana pis zenci demedi. Onlarla alıp veremediğim yok” der, askerlik yapmayacağını açıklar. Sırf bu yüzden hapse düşer, madalyalarını kaybeder ama geri adım atmaz.

Thoreau tezini “tek bir çiftçi dahi köle kullanmayı bıraksa ve bu yüzden cezaevine kapatılsa, Amerika’da taşlar yerinden oynar” diye açıklar, “Devlet, dürüstleri cezaevinde tutmak ya da köleliği kaldırmak gibi bir kavşakta bocalamaya başlar.”

Öyle ya ırkçılık karşıtı olduğunu söyleyen bir Amerikalı, insanları ayıran dükkanlardan alışveriş yapmayabilir, bu tip firmaların otobüslerine binmeyebilir. Keyif onun değil mi kim ne diyebilir? Hasılı sivil itaatsizler “devrim peşinde” değildirler, onlar değişimi “bizzat iktidara” yaptırmaya bakarlar.

Sivil itaatsizliğin imza toplama, kendini ihbar, yere yatma, çamura batma, bıktırasıya mektup yazma, toplu viziteye çıkma ya da kurallara aşırı bir titizlikle uyma (işi yavaşlatma) gibi yolları vardır. Evet bu da bir “başkaldırı”dır, ancak “bakın ne kadar usluyuz” görüntüsü verir, eyleme “meşruluk” kazandırırlar.
Yalnız dikkat! Uysal hükümetler direnişçilik oynayan çocukları pışpışlarsalar da, despot idarelerde bu böyle olmaz. Tiranlar, diktatörler ve kaşarlı politikacılar, kula kulluktan hoşlanan itaatlileri üzerinize salar, canınıza okuturlar.

Sivil itaatsizlikmiş. Sahi bir Çeçen’in, bir Afgan’ın, bir Iraklının öyle şansı mı var?

Henry’ye göre...
* Kanun yapıcılar asla “bunu yapmalısınız” tavsiyesinde bulunmaz, “eğer şunu yaparsanız cezalandırılırsınız” buyurur, insanları yıldırırlar.
* Haksız yasaları değiştirmeye mi çalışalım, yoksa boyun eğip işimize mi bakalım? İnsanlar genellikle şöyle düşünürler: “Ekseriyet ikna oluncaya kadar karışmayalım”.
* Eğer haksızlık yönetimin yapısından kaynaklanan bir şeyse, aldırmayın, zamanla gevşer, pürüzü mürüzü kalmaz. Ama sizden zulme alet olmanız isteniyorsa karşı koyun, hiç değilse makineyi zorlayacak bir “karşı sürtünme” olmaya çalışın.
* Asıl problem sivil itaatsizlikte değil, sivil itaatliliktedir. Vicdanını hükümet otoritesine teslim edenler felaket tehlikelidirler. Unutmayın “körü körüne” teslimiyetçilerin olduğu yerde “derebeyleri” türer.