Yazmak için Yaşar! HEMINGWAY

|

Güneşin ucu görünmüş, ova ışığa boyanmıştır. Buharlı lokomotif canhıraş bir tempoyla dik çatılı kır evlerinin arasında koşar. Çok çok bir saat sonra garda olacaklardır. Hemingway bütün gece uyumamıştır, içindeki kıpırtılardan olacak gözünü kırpamaz. Elinde olmadan kucağındaki meşin çantayı okşar, hatta çocuk gibi oturtup, bağrına basar. Dile kolay kaç yılın emeği şuncağızın içinde yatar.

Güneş ensesini ısıttıkça gözleri küçülür, kirpikleri ağırlaşmaya başlar. İspanya sevdası içine ne zaman düşmüştür hatırlamaz ama bu ülkeden kolay kopamaz. Beyaz badanalı evler, nane kokulu şehirler, saçlarına gül takan köylüler, gitarlı dilenciler, derken onu kan çeker arenalara takılmaya başlar. Matadorlarla dost olur, birlikte içer, birlikte sızarlar. Hayvan şalı ıskaladıkça yeni yetmeler gibi ayağa fırlar, “oleeey” diye yırtınırlar. Ernest, boğalar üzerine öyle ince ayrıntılar yakalar ki duyanlar çiftliği var sanırlar. İşte bu birikimden “Death in The Afternoon”da gibi bir klasik çıkar.

Tren köprü üzerinden geçerken ses değişir yazarımız sıçrayarak toparlanır. Çantasının durduğunu farkedince rahatlar ve yeniden dalar.

Gerillayla dağlara
Hey gidi, Valencia’da beş parasız kaldığı günler olmuş, açlıktan uyuyamadığı bir gece meydandaki güvercinleri yakalamış, çer çöp yakarak “güya” kızartmış, ise pise bulanan etleri koparıp koparıp yutmuştur. Sonra İspanya iç savaşı başlamış ve o üstüne vazife gibi Fransisco Franco önderliğindeki milliyetçilere karşı savaşa katılmıştır. Kimin kazanacağı umurunda bile değildir ama nicedir yazmayı düşündüğü gerilla günlüğü için bu fırsat kaçmaz. Nitekim en ufak münakaşada silah çeken ipten kazıktan dönme adamlarla dağlara çıkar, mağaralarda yatarlar. Her cümleye Kahrolsun Franko diye başlasalar da Generalden ödleri kopar.

İşte Ernest “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” ve “Silahlara Veda” adlı romanlarıyla bu direnişi yazar. Azıcık savaşa dokunur biraz aşk katar ama özellikle gerillanın perişanlığını anlatmaya çabalar.

O ara tren yavaşlayıp makas değiştirir, vagon sallanınca Ernest uyanır, elini telaşla çantasına atar. Paniğine kendi de güler, öyle ya görenler de altın ya da elmas taşıdığını sanırlar. Yeniden gevşerken bu kitaplara ne kadar emek verdiğini hatırlar. Roman deyip geçmeyin adamı esir alır, koca koca aylarına ipotek koyar.

Ne işine yarayacaksa...
Hoş, bu kitabı Amerika’da da bastırabilir ama Fransa’da yayınlanması daha iyi olacak, edebiyat çevrelerinde çok tartışılacaktır. Kimbilir belki de kendisine ödül kazandıracak, şöhret kapılarını aralayacaktır.

Cebinden saatini çıkarıp bakar, yayınevi sahibi çektiği telgrafta “Sizi bizzat ben karşılayacağım” dediğine göre buluşmaları zor olmayacaktır. Adamın elinde açılmış bir şemsiye bulunacak, yakasına karanfil takacaktır...

Hemingway son yarım saatte kaç kere dalar, kaç kere sıçrar bilemiyoruz neticede tren gara girer, peron boyunca akmaya başlar. Ernest uyanır, gerinir, camı açar, kalabalığın içinde kendini karşılayacakları arar. Nitekim şemsiyeli bir bey öne çıkar ve “sizi bekliyoruz” gibilerinden bir işaret yapar. Ernest rahatlar hatta tren son metreleri kat ederken kısa bir hoşgeldiniz, hoşbulduk muhabbeti yaparlar. Arkasına dönünce ne görse beğenirsiniz? Çantası kuş olup uçmasın mı? Yol boyu aynı kuşeti paylaştıkları melon şapkalı, dik bıyıklı, tel gözlüklü adam hırsız olabilir mi? Peki ya o iki de bir limon kolonyasını ikram eden süslü madam? Herhalde karıştırdılar der, geri getirmeleri için orta yerde beklemeye başlar. Ama istasyon dolar dolar boşalır, çantadan haber çıkmaz. Yok yani içindekiler de birinin işine yarasa. Bir tomar karalanmış kâğıt, savur çöpe at.

Silbaştan yazar
Hemingway bu son cümleye takılır kalır, o gün civardaki bütün çöp tenekelerine bakar... Hatta mazgalları kaldırtır, içine adam sokarlar. Yok, yok, yok! Ernest ani bir kararla otel odasına kapanır ve romanı sil baştan yazmaya başlar. Hem bu kez hadisenin tesirinden kurtulur, ayakları yere basar. Daha güçlü bir kurgu yapar, gereksiz teferruatları atar. Edebiyatçılara sorarsanız roman bu yüzden çok farklıdır ve bu yüzden okuyucuyu sarar.

Hemingway, gazetecilikten kalma bir alışkanlıkla kısa, sade ve açık yazar. Doğrusu bu tarz çok tutar. Onun kitaplarını İngilizceyi yeni öğrenenler bile rahat okurlar.

Bazı edebiyatçılar onun “aysberg tekniği” ile yazdığından dem vururlar. Hani buz dağlarının büyük bir kısmı görünmez ya, güya onun kelimeleri de mânâ içinde mânâ taşırlar. Halbuki Ernest’in “derin yazmak” gibi bir derdi yoktur. Aksine sokak ağzı kullanır, zaten kaba ve kavgacı bir adamdır. Yalnız şu var ki yazar, yazar, bi daha yazar. Yüz kere yazar 99’unu yırtıp atar.

Hemingway, dışarıdan bakan bir göz gibi olmaya çabalar, meselâ “adam mutsuzdu” gibi bir hükümde asla bulunmaz. Kahramanını “ellerini başının arasına aldı, gözlerini kıstı, tırnaklarını kemirmeye başladı” diye uzun uzun tasvir eder, onun mutlu ya da mutsuz olduğunu ferasetinize bağışlar. Bu arada söylemeden geçmeyelim kalemine (Montegrappa) aşıktır, hatta bazıları yazmasının ardında bu muhabbetin yattığına inanırlar.

Eh bunu duydunuz ya... Artık sizin de “iyi bir kalemim olsa neler yazardım” gibi bir bahaneniz var...

ÖLÜMÜNE YAZAR

Hani “tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş” derler ya, Hemingway’in ilk hanımı da (Mrs Hadley) aynı tüfeğin demirinden çıkar. Toronto Star gazetesi için birlikte muhabirlik yaparlar. Hadley’e düşen mirası çıır çıtır yer, Avrupa’daki kayak merkezlerinde su gibi para harcarlar. Ancak Ernest vefakâr değildir. Daha zengin ve daha alımlı bir kadına (Pauline adlı bir gazeteci) kapıldığı gün yolunu ayırır, kaba tabirle yeniyi alır, eskiyi satar!

O günden sonra postu Pauline’in Atlas Okyanusu’na bakan malikanesine atar. Önlerinde kilometrelerce uzanan kumsal, palmiyeler, tropik yağmurlar ve köpüklü dalgalar... Lâkin bu rüya da biter iki çocuğa rağmen boşanırlar. Ardından yine bir gazeteciyle (Martha) evlenir ve adetini bozmaz, bu evlilik de mahkemeye çıkar. Üç tane gazeteciyle de yapamayan Hemingway bu kez sektörün dışından biriyle (Mary Welsh) evlenir. Bu kadın onu dizginlemeye çalışıp kendini yıpratmaz, koyverir yoluna, herkes hayatını yaşar.

Hemingway 1921’de Türk-Yunan Savaşını izlemek için İstanbul’a gelir. Ancak yanlı ve maksatlı haberler yapar. Pera Palas’ta Tereza adlı Rum dilberleriyle geçirdiği gecelerin ardından “Ben Bizans’a sevdalıyım” diye ortaya çıkar ki bu ifadeler gazeteciye yakışmaz...

Klimanjaro’nun karları...
Ernest uydum akıllıdır, kime takılırsa takılır ansızın Afrika’ya demir atar. Ormanın derinliklerinde bir çadır kurar, yerliler gibi yaşamaya başlar. Gün gelir bir sesten bin mânâ çıkarır ki, aniden havalanan kuşlar, yırtıcı bir hayvana işarettir, maymunlar en çok boğa yılanından korkarlar. Eğer çığlık çığlığa kaçışıyorlarsa gözünü dört açar, her gölgeye mermi sıkar. Geceleri üzerinde el büyüklüğünde örümcekler (bacakları kıllı kara dullar) dolanır, ayakkabılarından iri iri akrepler çıkar. Ama Hemingway mutludur zira istediği gibi kan döker, delicesine fil dişi, kaplan kürkü, gergedan boynuzu, goril pençesi toplar. Sonra hayvanlar üzerin felsefe yapar, özellikle kedigillerin reflekslerini okur, ne yapıp neyi yapmayacaklarını bakışından anlar.

Bu kıta sahipsizdir, ortalığı zevk için kana boyar, kimse hesap sormaz. Yerlileri köle gibi kullanır, aşağılar, hırpalar. Aklına gelen her pisliği yapar. Gün gelir Afrika’dan da Afrikalılar’dan da bıkar. “Kara kıta”daki hatıralardan iki kitap (Klimanjaro’nun Karları ve Afrika’nın Yeşil Tepeleri) çıkarır defteri kapar.

Hemingway masabaşı haber yapmadığı gibi köşesine çekilip roman da yazmaz. Eğer Paris’i anlatacaksa gider Paris’te yaşar, Çin- Japon Savaşını aktarabilmek için taaa Pasifik’e koşar.

Son yıllarında Havana’ya yerleşir güzel bir villa (şimdi müze) yaptırır, salonları Afrika’dan topladığı av hatıralarıyla donatır. Ama Ernest’i arayanlar evde değil ya “El Bodegito”nun barında, ya da Fuentes’in teknesinde bulurlar. Sık sık Karayibler’e açılır, derin sulara olta atarlar. Gün gelir, okyanusun rengini, bulutların hızını okumaya başlar. Zihninde “İhtiyar Balıkçı”nın kurgusu hazırdır, ama denizcilik terimlerine hakim olmadıkça kalemini oynatmaz.

(Romanın kahramanı Santiago, 84 kez denize açıldıktan sonra nihayet bir kılıç balığı yakalar ve sevinçle yelken açar. Ancak köpekbalıkları avını ona bırakmaz elinden alırlar. İhtiyar balıkçı yılmaz, ertesi gün bir şey olmamış gibi deryaya çıkar) Bu roman ‘Life’ dergisinde tefrika edildiği gün 5 milyon satar. Ernest deli para kazanır, dolarları küplere basar.

1953’te Pulitzer, 1954’te Nobel Ödülünü alır. Artık ne yazsa satar.

Ernest eskiden de çapkındır ama parayı bulunca hepten dağıtır. Kâh Yunan prensesleriyle, İtalyan soylularıyla yaşar, kah ucuz fahişelerle düşer kalkar. Zaman zaman Mata Hari, Greta Garbo ve Marlene Dietrich ile adı çıkar.

Gelgelelim ona takılanlar hayal kırıklığına uğrarlar. Kavgacı ve kabadır, sadakat diye bir kelime tanımaz. Evet, boylu poslu ama çocuk ruhludur, kalıbına bakanlar çok aldanırlar. İşin enteresan yanı sır tutmaz, yaşadığı kadınları bir şekilde hikayelerine mevzu yapar. Ernest’in ağzı torba değildir ki büzesin, gel gör ki Havana sosyetesi dile düşmekten sıkılmaz hatta içten içe hoşlanırlar.

İyi de biz bütün bunları niye yazıyoruz? Dikkat ederseniz Hemingway romanı için savaşa katılır, kamp kurar, denize çıkar, yatan aslan değil dolanan çakal olmaya bakar. Nitekim romanlarına dağlarda yatan gerillaları, hemşiresine aşık olan yaralıları, siperlerde kıvranan çocukları, denizde kaybolan balıkçıları, karısına ihanet eden adamları hasılı kendini yazar.

Çanlar onun için çalar
Küba’da yönetim Castro’nun (1960) eline geçince Ernest Amerika’ya kaçmak zorunda kalır. Idaho’daki evi de mükemmeldir ama özene bezene yaptırdığı malikanesinden ayrılmak ona çok koyar. Dengesi bozulur ve ikide bir intihar lafı etmeye başlar. Babası ve iki kızkardeşi intihar ettiği için onun bir çılgınlık yapmasından korkarlar. Onu bir kliniğe yatırır, yüksek tansiyon kılıfı altında tedaviye alırlar. Ancak elektroşok hafıza bandlarını öyle bir siler ki adını bile hatırlayamaz. Sürekli hayali düşmanlarıyla boğuşmaya başlar.

Ernest o sabah erkenden kalkar, sayısız hayvana doğrulttuğu namluyu başına dayar. Aslancıkların, kaplancıkların ahı mı tutar bilmiyoruz ama son kez kendini avlar. (1961)