Sivri Dilli Edip Süleyman Nazİf

|

1869 Diyarbakır doğumlu Süleyman Nazif, Said Paşa gibi bir şâir ve târihçinin oğludur, gözünü kitaplar arasında açar. Maraş’ta, Diyarbakır’da Mardin’de okur. Farsça’yı babasından, Arapça’yı Muş Müftüsü Emin Efendi’den öğrenir, yetmez Aleksandır Gregoryan isimli bir Ermeni ile Fransızca çalışırlar.

Neticede “paşazade”dir, devlet kapısında iş bulmakta zorlanmaz. Diyarbakır Vilâyet Kâtipliği, Matbaa Müdürlüğü yapar, derken Vilâyet Gazetesinde köşe yazmaya başlar. Nesirde Namık Kemal’i, şiirde Sully Prudhomme’ı beğenir, taklitten de kaçınmaz.

Küçük kardeşi Faik Ali Ozansoy da şairdir, bir rivayete göre Cahit Sıtkı Tarancı ve Ziya Gökalp ile teyze çocukları olurlar.

1869 yılında Ermeni meselesini tetkik için Diyarbakır’a gelen Abdullah Paşa’yla bir Musul seyahati yapar. Paşa bu kabiliyetli genci bir yere yazar ve İstanbul’da yer ayarlar.

Nazif asabi gençtir, lafın nereye gideceğine bakmaz. Sultan Abdülhamîd Han aleyhinde atar, tutar, sıkışınca Paris’e kaçar. Avrupa’dan (Meşveret Gazetesi vasıtasıyla), Ulu Hakan’a verir veriştirir, alkışlayanı bol olunca masaları yumruklar.

Tekrar yurda döner, bir süre Bursa’da vilâyet mektupçuluğu ile iştigal ettikten sonra İstanbul’da Ebuzziya Tevfik ile, “Yeni Tasvir-i Efkâr”ı çıkarırlar. Ancak gelir gider dengesini sağlayamaz, gazeteyi batırırlar.

Bağdat’a vali
Meşrutiyet S. Nazif’in önünü açar. Onu rüyasında göremeyeceği koltuklara oturtur, Basra, Kastamonu, Musul, Trabzon ve Bağdat’a vali yaparlar. Gel gelelim işin hakkını veremediğini kabul eder, döner dolaşır yazarlıkta karar kılar.

Servet-i fünuncudur, “sanat sanat içindir” der ve gereğini yapar. Okuyucularına heyecan verdiğinde herkes hemfikirdir ancak bir dediği diğerine uymaz.

Düşünün yıllarca Abdülhamid Hana hakaretler yağdıran şair bir bakarsınız, aşağıdaki satırlara imza atar.
“Pâdişâhım gelmemişken yâda biz
İşte geldik senden istimdâda biz
Öldürürler başlasak feryâda biz
Hasret olduk eski istibdâda biz!”
Abdullah Cevdet, Diyarbakırlı Said Paşa’nın Kürt olduğunu ileri sürünce Süleyman Nazif çok kızar, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde “Benim anam, babam, yedi sülalem Türk’tür!” yazar.

Türk olup olmadığını bilmiyoruz, lâkin Türkçeyi sever ve hatasız kullanmaya çabalar. Öyle ki kendini düelloya davet eden bir gence, “teklifine gülüyorum, ancak mektubunda affedilmeyecek imla hataları yapmışsın, o an elime geçsen seni öldürebilirdim” diyecek kadar.

S. Nazif “Arı Türkçe”yi kuru, kısır ve lüzumsuz bulur, Osmanlıca’yı korur kollar. Öyle ya, asırların birikimi bir çırpıda silinip atılamaz.

İçi dışındadır, açıktan açığa ve göğsünü gere gere “ümmetçi” olduğunu söyler, Pakistanlı bir abidi, günahkâr Türk’ün önünde tutar.

Bir de bakarsınız “Irkına, vatanına, tarihine ihanet edenleri unutma Türk oğlu!” diye haykırır, “unutma ve affetme!”

İttihatcılar için “Türk’ün kontrolsüz enerjisi” tabirini kullansa da kendi enerjisini de zapt altında tutamaz.
İstanbul işgal edilince, Hâdisât Gazetesi’nde neşrettiği “Kara Bir Gün” adlı makâlesi ile işgâl kuvvetlerine çatar.

“Fransız generalinin dün şehrimize gelişi dolayısıyla bir kısım vatandaşlarımız tarafından yapılan gösteriler, Türk’ün ve İslam’ın kalbinde ilelebed kanayacak bir yara açtı. Aradan asırlar geçse de bu acıyı hissedecek ve bu hüznü nesilden nesile miras olarak terkedeceğiz. Alman orduları 1871 senesinde Paris’e girip Napolyon’un zafer takının altından geçerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti.
Millî varlıklarının ve dillerinin devamını bizim alîcenaplığımıza borçlu olan bir kısım halkın şamatasıyla bu aziz matemimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. ‘’Buna müstehak değildik’’ diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felâkete düşmezdik. Her milletin hayat sayfalarında birçok talihler ve bahtsızlıklar vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva’yı Şarlken’in zindanından kurtarmış ve koca Viyana şehrini defalarca kuşatmış bir ümmetin kader defterinde böyle bir kederli satır gizli imiş. Araplar’ın güzel bir sözü var: “Isbır feinne’d-dehre lâ yesbır” (Sen sabret, çünki zaman sabretmez)”General Franchet d’Esperey çılgına döner, hele 1871 Alman işgalinin hatırlatılmasından hiç hoşlanmaz.

Süleyman Nazif kurşuna dizilmekten güç bela kurtulursa da 23 Ocak 1920 günü Pierre Loti’yi anma toplantısında yaptığı konuşma ile bu kez İngilizler’in damarına basar. Onu apar topar Malta sürgününe yollarlar.

Doğrusunu isterseniz adada pek sıkıntı çekmezler. Deniz, güneş, kum, kumanya... Bol meyve, bol sebze, balık hakeza. İş isteyen yoktur, aş isteyen yoktur, oturup kitaplarını yazar.

Zindan lafta
Her ne kadar söze “Malta Zindanları” diye başlansa da kaldıkları daire temizdir, bonyosu helası vardır, suyu akar. Karyola ve yatak takımı verilir, çamaşırlarını yıkarlar. Civarda renk renk kır çiçekleri açar, koyunlar otlar. Ah bir de vatan hasreti olmasa... Vatan hasreti... O zamanki deyimiyle “Daussıla!”
‘’Kimsesiz, sıtmalı, hicranlı, tükenmez geceler
Ne kadar gözyaşı döktüm, bunu yıldızlara sor’’ (“Malta Geceleri” adlı kitabından)
Malta’dan dönenlerden bazıları (Hüseyin Cahit Yalçın, Şükrü Bey, İsmail Canbulat, Kara Kemal Bey, Rauf Orbay, Ali Fethi Bey) kuvayı milliyecilere yaranamazlar, bu dönemde S. Nazif, Vahideddin Han’a çok hücum eder, haliyle prim yapar.

İlahiyatçı değildir ama dini konuları kimseye bırakmaz. Gereksiz yere ulema ile takışır, mesela İskilipli Atıf Efendiyi çok üzer ve yorar. Belki de Atıf Efendi’yi bu yüzden yargılarlar.

Değişik bahanelerle Avrupalılara saldırırsa da Avrupalılar gibi giyinir. Kolalı gömlekler, melon şapkalar...
4 Şubat 1927’de zatürreden ölür onu Mehmet Akif’in yanı başında toprağa bırakırlar...

Hakikatin Peşinde VARAKA BİN NEVFEL

|

O günlerde Arabistan karmakarışıktır, çoğunluk putlara tapınmaktadır. Bazı bölgelerde Yahudilerin hakimiyeti vardır, nadiren de Hanif (İbrahim Aleyhisselam’ın dini) mensublarına rastlanır.

Mekkeli Varaka, hususi bir insandır, çok okur, çok sorar, hayatı boyunca ilim, hikmet peşinde koşar.

Bir ara içini aynı dertle dertlenen Zeyd bin Amr’a açar. İki arkadaş “dünya Arabistan’dan ibaret değil ya” der yola çıkarlar.

Şam’da, Busra’da Hristiyanlarla tanışırlar. Ancak İsa Aleyhisselamın tebliğ ettiği dinden eser kalmamıştır. Berrak bir kaynak ararken efsanelerle hurafelerle karşılaşırlar. Bir kere ortalıkta hakiki İncil yoktur, sonra teslis (üç tanrı inancı) bidat kalıplarını da aşar, mensuplarını şirke yuvarlar. Haçlar, ikonalar... Kureyşin putlarından kaçıp heykellere, tasvirlere yakalanmanın manası yoktur. Kaldı ki papazlar günah çıkarma işini de kimselere bırakmaz, saf insanları acımadan yolarlar.

Oralarda durmaz, kuzeye uzanırlar. Musul’da sadece Allahü teâlânın rızasını kazanmaya çalışan samimi bir Nasturi râhibiyle tanışırlar.
Râhib sorar “nereden geliyorsunuz?”
-Biz Kâ’be’nin bulunduğu beldeden geliyoruz. Hakikat peşinde koşuyoruz.
- Hemen dönün geriye, aradığınız Mekke’de! Yakında bir peygamber gelecek, herkesi felaha çağıracak.
İki arkadaş çok heyecanlanırlar, yürekleri geleceği vaad edilen Resulün muhabbeti ile dolar.
İyi de şu anda ne yapmalı, hangi şeriate uymalıdırlar? Öyle ya, o güne belki ulaşır, belki ulaşamazlar.
Zeyd henüz gelmemiş olan Hatem-ül Enbiya’ya bağlanır, bir Allah (Celle Celalüh), beklenen davetçi ve kıyâmet günü hakkında şiirler yazar. Ancak o günlerde öldürülür, Server-i kâinata kavuşamaz.
Sa’îd bin Zeyd (radıyallahü anh) onun hakkında şu müjdeyi verir: Ben ve Ömer bin Hattâb Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeyd bin Amr’ın hâlini sorduk. Buyurdular ki: “O kıyâmet günü tek bir ümmet olarak kalkacaktır”.

Nasrâni ama...
Varaka bin Nevfel ise (şimdilik kaydıyla) İsevilikte karar kılar ama ruhanilere uymadan...

Zira, ahir zaman nebisi gelmemiş, kıyamete kadar baki kalacak din neşrolmamıştır daha.

O güne dair bir ışık, bir işaret bulabilmek için dört bir yandan kitap toplar, satırlar arasına dalar. Bazı İbranice, Aramice metinleri Arapça’ya çevirir, Habibullah’ın habercisi olan kısımları dosta düşmana yayar. O kadar çalışır ki gözlerini kaybedecek kadar.

Bir ara Hatice Validemiz, rahmani bir rüya görür, ay gökyüzünden inmiş hanesine girmiştir. Evinden hüzme hüzme ışık çıkmakta bütün Mekke ahalisini aydınlatmaktadır. Gider, bilgeliği ile tanınan amca oğluna tabirini sorar.

Varaka bir hoş olur, “bu anlattığın rüya” der “Hatem-ül enbiyanın yakında geleceğine ve senin de o peygamberin zevcesi olacağına alamettir.”

Hatice annemiz, yeri gelmişken Muhammed-ül Emin’den, bahs açar. Varaka, çok heyecanlanır. “Ey Hatice! Eğer bu söylediklerin doğru ise, Muhammed’in âhir zaman peygamberi olacağından şüphe yok. Ben, zaten içimizden bir peygamber çıkacağını biliyor, sabırla bekliyordum. Bu zaman, onun zuhur edeceği zamandır” der, kendini kutlu güne hazırlar.

Aradan aylar geçer ve Habibullah, “Afîfe” (iffetli) “Tâhire” (temiz) adıyla tanınan Haticet-ül Kübra’ya talip olurlar. Amcalarıyla gelir Varaka bin Nevfel’in kapısını çalarlar.

Ebû Tâlib, “Biliyorsunuz ki, akıl, asalet ve liyâkatta hiçbir Kureyş genci, Muhammed’den ağır basamaz. Evet, O, büyük bir servete sahip değildir ama zenginlik zaten gölge gibidir; gelir, gider” deyip sözü maksada bağlar: “Ey Varaka! Huveylid kızı Hatice’yi yeğenim Muhammed’e istiyoruz, ne dersin?”

Varaka misafirlerini hiç üzmez, “Şahit olunuz ki, Hatice binti Huveylid’i dört yüz dinar mehirle (ki onun gibi müstesna bir kadın için lafı bile olmaz) Muhammed bin Abdullah’a nikâhladım” der ve kutlu izdivaca kapı aralar.

Mâlum, Efendimiz, peygamberliği bildirilmeden önce sahîh rüyâlar görür ki bunlar aynen çıkar. Sonra yalnızlığı seçer, gecelerini Hira Dağı’ndaki mağarada taat ve tefekkür ile geçirmeye başlar. Bir ramazan gecesi zikrolunan mağarada ibâdet ile meşgûl iken, nur yüzlü bir zat gelir...

Sonrasını Alayhisselâtü vesselamdan nakledelim: O kimse bana “Oku” dedi. Ben okuma bilmem dedim. Elindeki örtüyü başımın üzerine koydu, yüzümü örttü. Zannettim ki öleceğim. Sonra örtüyü kaldırdı ve “Oku” dedi. Ben okuma bilmem dedim. Yine önceki gibi, meâl-i şerîfi (İnsanı bir kan pıhtısından yaratan Rabbinin adıyla oku! Oku, insana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabbin en büyük kerem sâhibidir) olan âyet-i kerîmeleri okudu. Sonra geri çekildi. Ondan işittiklerim kalbime temâmen yerleşti. Fekat bana mecnûn, şâir , kahin demelerinden korkdum. Kahinleri hiç sevmezdim, çok endîşelendim. Bu sırada gök tarafından bir ses işittim. “Ey Muhammed! Sen Allahü teâlânın Resûlüsün. Ben de Cibrîlim”. Semâda nereye baksam onu görüyordum.

Meğer Hatice, beni aratmak için her tarafa adamlar çıkarmış, gelip beni buldular. Onlar gelince Cebrâîl görünmez oldu. (Şevahidin nübüvve’den)

Eshabından olabilsem
Efendimiz ürpertiler içindedir eve gelince “beni örtünüz” buyururlar. O hayret hâli geçip de sakinleşince olanı biteni Hatice validemize anlatırlar. O da Varaka bin Nevfel’e sorar ve işin aslına vakıf olurlar.

Çok geçmez Fahr-i âlem ile Varaka bin Nevfel Kâ’benin yanında karşılaşırlar. Yaşlı alim Resul-i ekremin başından geçenleri dinler ve yemîn ederek der ki: Sen bu ümmetin Peygamberisin. O gelen Nâmûs-u Ekberdir (Cebrail Aleyhisselamdır). Aynen Mûsâ Aleyhisselâm’a getirdiği gibi İlâhî hükümleri bildirecektir. Ancak insanlar sana çok eziyet edecek, yurdundan çıkaracaklar. Zira hiçbir peygamber yoktur ki kavminin düşmanlığına maruz kalmasın. Eğer ömrüm vefâ ederse, elimle, dilimle, malımla, canımla yanında olurum...”

Lâkin ömrü vefâ etmez.
Resul-i zişan Nevfel oğlu Varaka’yı rüyalarında görürler ki ak libaslar içindedir. “Eğer cehennemlik olsaydı üzerinde başka renk bir elbise bulunurdu” buyururlar. (Tirmizî)

Müjdeye bak!..

Mütevazı Kahraman YÖRÜK ALİ EFE

|

Yörük Ali, 1896 yılında, Aydın ili Sultanhisar ilçesi Kavaklı köyünde doğar. Babası (Sarıtekeli aşiretinden İbrahim oğlu Abdi) arkadaşını korumak için katıldığı bir kavgada ölünce annesi (Fatma Kadın) tekrar evlenmek zorunda kalır. Yörük Ali üvey baba elinde büyür. Babalığı kendi halinde bir adamdır, Sultanhisar kahvelerinde ekmek arası kebap satar. Yörük Ali oyun oyuncak bilmez, gündüzleri mangal yeller, gece koyunlara bakar.

Kafkas Cephesi’nin hareketlendiği günlerde onu da askere çağırırlar. Yörük Ali seve seve Peygamber ocağına koşar. Ancak İzmir 5. Depo Alayında, Ermeni bir subaydan dayak yeyince kışladan kaçar. İyi de bir firari köyünde kentinde barınamaz ki! İster istemez dağa çıkar, Yanık Efe’ye (Halil İbrahim Efe) katılmayı arzular. Gelgelelim kızanlar onu toy ve cüssesiz bulur, alaya alırlar.

Dağlara...
Bu kez Alaiyeli Molla Ali’nin kapısını çalar. Molla Ali yiğitten anlar. Her ne kadar adamları “burası mektep mi? Kızanlık parmak emen tıfıllara mı kaldı?” deseler de aldırmaz.

Molla Ali medrese mezunudur, şair ruhludur. Nitekim Yörük Ali de ondan çok şey öğrenir, ‘Efe’sini örnek almaya bakar.

Tam beş yıl yöreyi harmanlar, cesareti ve zekâsıyla yükselmeye başlar. Molla Ali vurulunca arkadaşları onu (ki henüz 23 yaşındadır) çete başı yaparlar.

Şimdi burada bir parantez açmakta yarar var: O günlerde iki çeşit çete vardır. Biri yol keser, ev basar, can yakar, sizin anlayacağınız şakilik yapar. Diğerleri bunlarla uğraşır, fukaranın hakkını arar, kendilerince adalet dağıtırlar. Efeler kanun dışı olmalarına rağmen itibarlıdırlar. Zulme uğrayan gelir, maruzatını sunar. Yörük Ali, iğnenin deliğine de girse de zalimi bulur ve façasını bozar. Aç doyurur, yolcu ağırlar, yoksul kızlara çeyiz yapar, fukara oğlanlara düğün kurar.

Efe dediğin liderlik vasfına haiz olmalıdır, eğer eski efenin oğlu “babası gibiyse” onun etrafında toplanırlar. Değilse sevilen bir zeybeği seçer emrine uyarlar.

Efeler Efeye asla silah çekmezler. Bunların bağrı yanıktır, mintan düğmesi iliklemezler, folklor ekiplerinin aksine uzun şalvar giyerler. Makili dikenli Ege dağlarında cıbıl bacak dolanacak değillerdir ya. Ayaklarına da “kayalık” denilen uzun gonçlu çizmeler geçirir, omuzlarında “Filinta” taşırlar.

Efeler pelvan tıraşı yaptırır, kafalarını ustura ile parlatırlar. Bakmayın o heykellere bir efe asla ve kat’a bıyıksız olamaz. Ürkütücü görünseler de pamuk yüreklidirler, kul hakkından pek korkarlar.

Kızanlar, efenin çocukları gibidir, uzun kollu sade mintana, sırmalı cepken yakıştırırlar. Kuşaklarında hançer olur, tüfek olarak da “Martin” kullanırlar.

Kızanlar yalan dolan bilmez, sözünden dönmez, her işlerini efelerine danışırlar. Zeybek olacakları günün hasretiyle yanıp tutuşurlar ki evlensin barklansınlar.

Devlet erkanı elbette bu “fahri hakim”lerden hoşlanmaz. Zaman zaman üstlerine müfreze yollar. Zeybeklerle askerler birbirlerine mavzer doğrultur müsademede bulunurlar. Yörük Ali, bir keresinde kızanlarıyla Menderes’i geçerken Jandarmanın pususuna düşer, çoğu isabet alır. Yörük salın ipini keser, akıntı onu taaa uzaklara atar.

Azıcık daha gerilere gidelim.
18 yüzyıla kadar Batı Anadolu Ayanlardan (bir nevi bey) sorulur, bunlar efelerle uyum içinde yaşarlar. Ege çocukları zeybek hikâyeleri ile büyür, kızanlara toz kondurmaz. Ancak M. Reşid Paşa yayınladığı ferman ile ipler kopar. Tanzimatçı valiler efeleri kaale almaz, hatta yok sayarlar. Yetmez gibi onlara kıyafet dayatmaya kalkarlar. İşte Atçalı Kel Mehmed’in isyanı bu sebepten patlar.

1. Cihan Harbinden sonra padişah iradesi ile affedilirler. Bazıları düze iner, çiftine çubuğuna döner. Lâkin hasmı olan istese de dağdan kopamaz, efelikten cayamaz. Haliyle kanun dışı kalır, bedeline de katlanırlar.

Mondros Mütarekesinin ardından memleketin üzerinde kara bulutlar dolanır. Ordularımız dağıtılır, silahlarımız alınır. Derken Yunan istilası başlar. Adamlar ellerini kollarını sallayarak İzmir’e çıkar, Aydın, Nazilli derken Denizli’ye ulaşırlar. İzmir Metropoliti Hırisostomos’un öncülüğünde kan döker, katliam yaparlar.

Çanakkale Savaşından sonra ortalıkta genç kalmaz, topraklar ekilip biçilemez, mevcut harmanları da Yunan yakar.

Muhacirler nispeten emin beldelere sığınır, iyi de bunca insanı doyurmak, yatırmak kolay mıdır? Bebeler açlıktan telef olur, anaları sıtmadan kırılırlar.

Denizli’nin az çok direnecek gücü bulunursa da Aydın çok zayıftır. Sözde 57. Fırka vardır, ancak mevcudu 300’e varmaz. Bunlar da muharip değil, seyis, katip, aşçıdırlar. Miralay Mehmet Şefik Bey, Menderes’in güneyinde ‘Andon Ağa’ adlı bir Rum’un çiftliğine çekilir, askerlerini zor günlere saklar.

En acısı da millet yeis içindedir, mücadele azmi bulunmaz.
O gün Yörük Ali, cins atına biner, ardında sıra sıra kızanlar. Mahmuzları vurur, küheylanları şahlandırırlar. Nasıl bir nal sesi, ortalık toz duman... Bakın şu işe ki henüz 15’inde bir kız yolu ortalamış gelmektedir karşıdan... Omzunda güğüm, elinde bakraç filan... Ama hiç umursamadan.

Erkek misin?
Yörük Ali dizginlere asılır, çarpmasına ramak kalır. At âdeta fren yapar. Halbuki bu diyarda kadınlar kenara çekilmek zorundadırlar. Yörük Ali öfkeyle sorar: “Sen erkeğe yol verilceğni bilmiyonnu gız?” Cevap tokat gibidir. “Af edersiniz siz erkek misiniz?”
-Ne biçim konuşuyon len?
-Gâvur melmekete girmiş. Asıyo, kesiyo, tecavüz ediyo. Beyimiz keyfince at gezdiriyo. Tüh senin kalıbına. Gören de adam sancek! Yiğit olan gider, palikaryaya çatar!..
Hık mık... Gel de cevap ver.
Yörük Ali ani bir kararla kızanlarını toplar, ittifakla savaşa katılma kararı alırlar.

İlk işi defalarca çatıştığı müfreze komutanı Fethi Bey’in kapısını çalmak olur. Halleşir, helalleşir, kucaklaşırlar...

Sanırım ağlaşırlar da...

HEY GİDİNİN EFESİ

Aydın civarında müfreze komutanlığı yapan Fethi Bey, vazifesi gereği Yörük Ali’yi kıstırmaya çalışır. Ancak karşı safta olmasına rağmen onun yiğitliğine hayrandır.

Yörük Ali kapısını çalıp da “gel olanları unutalım, düşmana karşı birlikte savaşalım” deyince adamcağızın kuşları uçar. Eski defterleri kapar, yepyeni bir sayfa açar...

Mülazım Fethi, Yörük Ali’yi alır, Miralay Şefik Bey’le tanıştırır. Yaşlı komutan içinde bulundukları zor durumu anlatıp kahırlanır. Efe yüreğine su serper. “Siz hiç merak etmeyin efendim” der, “Bize biraz silah tedarikleyin yeter, başımıza da bir zabit ver. Öl dediğin yerde ölür, kal dediğin yerde kalırız, Yunanı tez günde kovarız.” Oracıkta Besmelesini çeker, tüfeğine mermi sürer. Bir başka ünlü Efe, Kıllıoğlu Hüseyin de onu izler. Zeybekler, zabitler birbirleriyle kenetlenirler.

Yörük Ali asla meydan muharebesine çıkmaz, “Harp hiledir” inceliğini kullanır, az zayiatla çok iş yapmaya bakar.

Bir ara kızanlarıyla giderken Rumlarla karşılaşırlar. Adamlar vaveyla ile kaçışırlar. Yörük Ali birini yakalar “niye telaşlandınız” diye sorar. Sonra elini omzuna koyar, avucuna bahşiş sıkıştırırken “dağda dolanmaktan yoruldum, ben de size katılacağım” diye fısıldar, “merkeze haber ver, şölen hazırlasınlar. Filan gün, filan saatta, Sultanhisar’da...”

Ava giderken
Nazilli’deki Yunan karargâhı “Yörük Ali Milli Cepheden ayrılacakmış” haberi ile çalkalanır. Temas kurma işini papaz Todoros’a bırakırlar. Ulaklar gelip gider, zaman ve mekânda mutabık kalırlar.

O gün Kızanlar Çine’nin Yağcılar köyünden yola çıkarlar, soluklanmak için uğradıkları Yenipazar’da gençler ardına takılır, sayıları bir anda yüzü aşar.

Yunanlılar bir yandan kazanlar kurar, bir yandan asker yığıp tedbir alırlar. Bunu Efe de bilir, gider 10 km ötedeki Malgaç Karakolunu basar. Tam 200 Rum askerini gebertir, vagonlar dolusu cephane ve erzağa el koyar. Düşünün sandıklardan gıcır gıcır makineliler çıkar. Mülazım Zekai ise köprüyü uçurur, Yunanın elini kolunu kırar.

Malgaç baskını Ege’de yapılan ilk planlı saldırıdır. Anadolu halkına ümit ve cesaret aşılar, insanımızın hürriyete olan inancı artar. Şımarık işgalciler zafer şarkıları söylerken paniğe kapılırlar. Aslında Yunan daha ziyade demiryolu hattı boyunca konuşlanır, içlere yayılmaz. Hele hele Yörük köylerinin yanına yaklaşmaz. Efeler rayları atınca sahil ile irtibatları kopar. Ortalıkta kalakalırlar.

Yörük Ali demiri tavında döver, o hızla Aydın’ı sıkıştırır. Bey Cami’nin minaresinden ölüm kusan mitralyözcü gâvuru tek atışla gözünden mıhlar, ki bu Seyyid Onbaşının kruvazör batırması gibi bir şeydir... Başlı başına destan!

Efe şirin Aydın’ı kurtarır, nazlı hilali göndere asar. Yunan ordusu kasabaları yakıp, hayvanları bile kırarken, Kızanlar Rum azınlığa dokunmaz, hatta somun, zahire dağıtır, lokma paylaşırlar.

Gelgelelim takviye alan Yunan, şehri ikinci kez işgal eder, ortalığı kana boyar.

Yörük Ali, Aydın’dan çekilir ama Umurlu, Köşk ve Dörtyol cephesinde akla ziyan işler yapar. Küffarın ateş gücü yükse ise de kızanların cesaret ve zekâsı karşısında fena bocalarlar.

Bu macera 20 ay sürer, düzenli ordu kurulunca Yörük Ali ayrı baş tutmaz. 57.’nci Tümen Kumandanı Miralay Şefik Bey’in huzuruna çıkar, er gibi selam çakar. Şefik Bey onu kendiyle bir tutar, “Milis Albayı” yapar. Efemiz (ya da Albayımız) Milli Aydın Alayı sancağı altında ölümüne savaşır, Kuyucak, Nazilli, Söke ve Aydın’ı kurtarırlar.

Yörük Ali alçak gönüllüdür, şakşakçılardan hoşlanmaz. TC kurulunca “görünbeniler” destanlaştıracak adam ararlar. Sıradan hadiseleri bile abartır, birine bin katarlar. Efemiz alkıştan bizar olur, nitekim “bazı kimseler” der, “zaferi bana mal ediyorlar. Bu çok yanlış. Böyle bir savaşta bir kişinin, beş kişinin ne ehemmiyeti olabilir ki? Gönlünde vatan muhabbeti olan herkes bizim gibi hareket etti. Milli mukavemette aslan payını kendine ayıran hata yapar. Bir elin nesi var? Şamata dediğin çok elden çıkar.”

Yörük Ali Efe Kurtuluş Savaşından sonra İzmir’de yaşar, bir tramvay kazasında bacaklarını kaybeder (1951), tedavi için gittiği Bursa’da gözlerini yumar.

Yenipazar’da
Son anlarında “beni Yenipazar’a defnedin, halkı iyidir, toprağı sever. Toprağı seven insanı da sever. Orada rahat ederim” der. Vasiyetine uyar, evini de elden geçirip müze yaparlar.

Efendim şu kadar düşman öldürdü, bunca esir aldı. Filan miktar cephane, silah...

Bunlar rakama dayanan kuru malumatlar. Yörük Ali, asıl hizmetini düşmanın “yenilebilir olduğunu” göstererek yapar.

Ağa’nın eli tutulmaz...
Yörük Ali zaferden sonra da tüfeğini bırakmaz ara sıra akranlarıyla ava çıkar. Bir İngiliz çiftesi vardır ki görenler vurulurlar.

Efemiz cömert mi cömerttir, bu çifteyi de birine vermeden rahatlayamaz. Niyeti İpçi Nuri’yi sevindirmektir, zira silahtan anlar, gözü gibi bakar.

İpçi ise kaça mal olursa olsun bu tüfeği almayı arzular, biraz altın biriktirip kuşağına sokar. Ama öncelikle Efe’yi çiftesinden soğutmalıdır di mi ya.

Bunun için zekice bir plan yapar. Ava çıktıklarında Yörük Ali’ye eğreti fişekleri uzatır, kendisi düzgünlerle atar. Efe habire karavana sıkar, o gördüğüne çakar. Efe ıskaladıkça “pöh” der, çaktırmadan tüfeğe kara çalar. Yörük Ali bu, kül yutar mı? Kurulan oyunu anlar, sözümona kahırlanır “eh” der, “ben de bu çifteyi satmazsam!”

İpçinin gözleri parlar, elini kesesine atar, avucunda sarı sarı liralar... Ancak Yörük Ali “gördün işte” der, “matah bir şey değil, sana yaramaz!”

Ve tutar güzelim çifteyi Paşa adlı bir garibin omzuna asar.

Paşa “aman ağam ben fukaranın biriyim, bunu nassı öderim” diye sızlansa da “senden para isteyen oldu mu” der, sırtını sıvazlar.

İpçi’nin girdiği rengi düşünün... Gel de kahrolma!

Ama Efe’nin yüreği dayanmaz, o akşam güzel bir sofra hazırlatır, emektar filintasını da İpçi Nuri’ye uzatır, dostunun gönlünü yapar...

Es-Sultan Muzaffer Daim BAYBARS ET-TÜRKÎ

|

Baybars sadece Moğolları yenmekle kalmaz, Vatikan’ın oyunlarını da bozar. Kaysâriyye, Hayfa, Arsuf’, Antakya, Trablusşam ve nihayet son haçlı kalesi Akkâ’yı düşürür, hilali burçlara asar.

İlhanlılardan çok çeken Anadolu halkı için bir ümid belirir, “gel Moğolları birlikte kovalım” çağrısı yaparlar.
Sultan Baybars, bu davete bigane kalamaz, Elbistan’da işgalcilerin ordusunu bozar, çok net bir zafere imza atar. Kayseri’de coşkuyla karşılanır yer gök tekbir sesleriyle çınlar. Cuma namazını omuz omuza kılar, kadılarla, sûfilerle tanışırlar. Hutbeyi onun adına okur, onun adına sikke basalar. Karaman Beyi gelip bağlılığını sunar, Anadolu’da adeta yeni bir devir başlar.

Kanlı Maria
Belki Abaka Han “By By Baybars” deyip Karakurum’a dönecektir ama karısı Mariya onu ona bırakmaz, kanlı hedefler gösterip, sırtını sıvazlar. Ermenilerle Gürcüler de maskelerini atar, istilacıların yanında olurlar.

Hepsi bir yana Baybars, Anadolu Beylerini bu mücadelede azimli bulmaz. Arzuladığı ittifakı sağlamayınca tekrar Şam’a döner, yurduna mukayyed olmaya bakar. Suriye ve Mısır’ı çapulculardan kaçanların melcei (sığınağı) yapar.

Şimdi burada sahneyi dondurup eritelim, azıcık gerilere gidelim.

Moğolların Asya’yı ezip Anadolu’ya yöneldiği yıllarda Bizans tahtında oturan Mihael Paleolog, Diplobataçın’dan doğma gayrimeşru kızı Maria’yı, Hülagu Han’a karı olarak yollar.

Sezar’ın hakkı Sezar’a derler ya, doğrusu Maria göz kamaştıracak kadar güzel bir kadındır ve Hülagu’nun yaşlı kalbi bu heyecanı kaldıramaz. Gerdek gecesi mevt olur, muradına kavuşamaz.

Oğlu Abaka, kansızın tekidir, “üvey de olsa anamdır” demez, Maria’yı koynuna sokar. Bu sinsi kadın Abaka’yı avucuna alır, parmaklarında oynatmaya başlar. Onu her bahane ile Türkler izerine salar, Anadolu’yu kana boyar.

Memlûk ve Bizans kaynaklarına göre 500.000 kişiyi katleden Abaka’nın Hristiyan olduğu söylenir ki, buna hiç şaşmam, zira adam Haçlıların yaptıklarını yapar, yapamadıklarını tamamlar.

Abaka, karısının sunduğu kadehleri peş peşe devirdikçe beyni sulanmaya ve bedeni sallanmaya başlar. Maria, Moğolları kullanıp Türkleri Anadolu’dan kesinkes atmayı hesaplamaktadır, kocası zıbarınca menhus planları akim kalır (1282). Belki de bu yüzden kahreder, kara dullar gibi yaşar. İstanbul’da Moğol Kilisesi’ni (St. Marie de Mongoul) yaptırır, kocasının adını yaşatmaya bakar. Bahsi geçen kilise Rumlar tarafından “Aya Maria”, Türkler tarafından “Kanlı Kilise” adıyla tanınır ki Bizansçılar onu gözleri gibi korurlar.

Gözü kara ama...
Baybars, hızlı, güçlü, usta bir silahşördür. Gözü kara mı karadır, en önde vuruşur ve tehlikenin göbeğine göbeğine dalar.

Ancak komutan olunca kılı kırk yarmaya başlar, askerinin ayağına batabilecek dikeni bile hesaplar. Kurmayları ile inceden istişare eder, “en az kayıp” üzerine kafa yorarlar. İşte bu tedbiri yüzünden adı “ihtiyatlı”ya çıkar.

Koca Asya’yı ezip geçen Moğolları, Suriye ve Mısır’a sokmayan ve Orta Doğu’da 2 asırdır süren Haçlı işgaline son veren Baybars, Devlet teşkilâtında da önemli ıslahatlar yapar. Bütün geçitler, boğazlar ve sahiller Türkmenler tarafından tutulur, tabiri caizse kuş uçurtmazlar.

Memlûklar her ne kadar Eyyubilerin devamı sayılsalar da Türklük unsuru daha bir öne çıkar. Resmi dil olarak Arapça’yı kullanır, kendi aralarında Oğuz lehçesiyle konuşurlar.

Hanlar hamamlar
Baybars bayındırlığa çok meraklıdır, Kahire, Trablus, Şam ve Halep’i muhteşem camilerle, mekteplerle, imaretlerle donatır. Hatta mescid yapsınlar diye taaa Kırım’a para ve usta yollar.

Genç Sultan, dindarlığı ile tanınır, ulemaya hürmet eder, şühedanın veliyullahın kabirlerini onartır. Abidlerle, ariflerle birlikte olur, gönül ehlinden hayır dua almaya bakar.

O yıllarda Mısır’da bir tek Şafiilerin kadısı vardır, Sultan Baybars dört mezhepten de kadı tayin eder ki, “kaadî’l-kudat”lar dîvân azası sayılır, siyasî ya da idarî baskıya mâruz kalmazlar.

Baybars ticaretin faydasına inanır, müteşebbislerin vergi ile bunaltılmasına karşıdır, gelenek haline gelen vergileri kaldırır, tacirlerin önünü açar.

Haberleşmeye çok önem verir mükemmel bir posta teşkilatı kurar. Casusu casusa izletir, düşmanın çaşıtlarını da kullanır, müminlerin güvenliği için para harcamaktan kaçınmaz.

O yıllar da Memlûklar muazzam bir deniz filosuna sahip olur, tersanelerde üç vardiya tekne çakarlar.
Baybars harp ganimetlerinin tamamını askere dağıtıp gönüllerini alır, huzûrda yer öpmek geleneğini kaldırır.

İskelet Asya’dan
Ordunun iskeletini Kıpçak Türkleri teşkil eder, bu yüzden Deşt-i Kıpçak (Kıpçak-bozkırı) ile irtibatı koparmaz. Asya’dan gelen Türk ve Çerkes gençlerinin akışını sağlayabilmek için yolları emniyet altında tutar. Onlara arazi verir (Cünd’ül halka) ikta sahipleri sulh zamanlarında işlerine bakarlar. İcap ettiğinde “Memâlik-i ümerâ” (emirler) besleyip eğittikleri yiğitlerle birlikte orduya katılırlar. Cihad arzusu zindedir, Mutavvialar (gönülIüler) eksik olmaz.

Kendisi Hanefi’dir, Şafii, Maliki ve Hanbelilerin de ilmihal öğrenmesi için ne gerekiyorsa yapar. Arabi eserleri Türkçe’ye çevirtir, Memlûk alimleri devlet idaresi ve savaş sanatı üzerine ciddi eserler yazar. Kahire’de devlet adamı yetiştiren bir medrese açılır, mezunlarını askerî ve mülkî vazifelere yollarlar.

Türkler Mısır’da asırlarca kalır (Tolunoğulları İhşidoğulları, Memlûklar, Osmanlılar, Hidivler...) yerli halkı korur, kollar, pekala kaynaşırlar.

Bir o kadar da Hindistan serüveni sürer (Gazneliler, Harzemşahlar, Babürşahlar, Timuroğulları, Tuğluklar... ) İz ve eser bırakır, baskı sömürü bilmez, ahalinin huzur ve emniyetini sağlarlar.

Düşünün Baybars, şehzade değildir, beyzade değil. Bir zamanlar sıradan bir köledir.
Demek ki devlet kurmak bu milletin genlerinde var...


Çileli Soydaş BAYMİRZA HAYİT

|

Fergana vadisi, Namangan vilayeti, Yargorgan köyü sakinlerinden Hayit Mirza Mahmutmirzaoğlu ile hanımı Rabia 9’uncu kez evlad sahibi olurlar (Aralık-1917). O yıl cepleri para görür, beklediklerinin çok fevkinde ürün alırlar. Ambarlar pirinç dolar, telislerden pamuk taşar. Allahü teâlâ bu bereketi oğulcuğumuza ihsan etti der, minik yavrunun adını Baymirza (zengin Mirza) koyarlar. (Mirza, seyyid, şerif gibi bir yakınlığa işaret eder ki Resûl-i erkemle süt annesi cihetinden akraba olurlar.) Bu saadet uzun sürmez Ruslar Kokand’ı işgal eder Türkistan Muhtar Cumhuriyet’ini yıkar, ortalığı kana boyarlar. Hele Ermenilerde vicdanın “v”si bulunmaz, gece yarısı Türklerin kapısına dayanır, sorgusuz sualsiz kurşun yağdırırlar. Yağmacıdırlar da... Para eden ne varsa kaldırır, kadınları kirletir, bebeleri boğarlar.

Mirzagiller böylesi bir hengameyi kilere saklanarak atlatırlar. Meğer “azadlık” ne mânâlı bir kelime imiş, artık onun hasretiyle yatar, onun hasretiyle kalkarlar. Baymirza küçük yaşına rağmen dostu düşmanı tanır, şapkalıları gördü mü siner, sarıklıları gördü mü neşeyle fırlar, elini yumruk yapar.

Yıl 1922... Baymirza 5 yaşındadır.
O gün bayramlıklarını giyer, babasının elinden tutar. Camide bayram namazını kılar, el öper, dua alırlar. Artık kınalı bir koç kesmeli, gülüşe oynaşa sofraya oturmalıdırlar. Kahvaltılarını sıcak çörek (ekmeğe öyle derler) ve kavurmayla yapmalıdırlar.

Bayram hediyesi
Ancak eve döndüklerinde Rabia Hanımı baygın bulurlar. Yanı başında kırık bir tabak vardır, sonra beze sarılı bir topak. İçinden kanlı kıllı bir şey göze batar. Babası merakla kaldırır. Aaa o da ne? Karşılarına mücahid Ağabeyi Nurmirza Hayit’in başı çıkar. Yanında bir not: “Basmacıların sonu böyle olacak!”

Bolşevik usulü bayram hediyesi... Zulme bak!
Sahi kimdir bu Basmacılar? Çerçi gibi avul avul dolanıp pazen basma mı satarlar? Burada bir nokta koyup parantez açalım. (Meraklılar Babıali Kültür Yayıncılığının çıkardığı “Basmacılar” kitabını okusunlar. )
Neyse... Baymirza ilk tahsilini köyünde tamamlar, önlerinde iki imkân vardır, dilerlerse klasik eğitim veren Kadimcilerde de (mollalarda) okuyabilir ama onlar Ceditçilerin (yenilikçiler) hakim olduğu mektebi tercihe şayan bulurlar. Efendim yaşlı hocanın upuzun bir sopası varmış da, falaka filan... Hep aynı masal, külli yalan... İşin aslı ceditçilerin verdiği diploma Rusya’da da geçer, tabip, mühendis olmak isteyen bu mektebi seçer, o kadar...

Onlar daha eşit
Ceditçiler İttihat Terakkicileri andırırlar, her söze “Türklükle” girmelerine rağmen, Bolşeviklere yakın dururlar. Kazan merkezli hareket Sultan Galiyev’in fazla tesiri altında kalır. Ki o Galiyev, adı Lenin, Stalin, Buharin ve Troçki ile anılan devrimci bir Tatardır. Bunlar genelde reformisttirler, alışılagelmiş medrese sisteminden nefret eder, ihtilalci Ruslara mesafe koyan yaşlıları “gericilikle” suçlarlar. Lâkin zaman aksakalları haklı çıkarır, Komünistler ipleri ele geçirir geçirmez Türkleri kırar. “Halkların kardaşlığı” masalına kananlar, rejime yaranamazlar.

Aslında Türkistan’da işçi sınıfı yoktur ki sınıf kavgası ola... Türkler tertemiz Müslüman’dırlar, kendini ilerici sanan birkaç aydın bozuntusu dışında Marksistleri ciddiye alan çıkmaz.

Türk illerini istila eden kızıllar, ata yurda devasa üniversiteler, tiyatrolar, sinemalar kurar, matbuatı da kullanırlar. Türklerin aslında Türk olmadıklarını anlatmaya çalışır, öz kardeşleri Azeri, Türkmen, Kırgız, Kazak, Özbek, Tacik, Uygur, Başkırt gibi kamplara ayırırlar. Her birine ayrı bir alfabe dayatır, birbirlerinden koparırlar.

Balaca şair
Hikayemize dönelim. Baymirza, Namangan’da Talim Terbiye Teknikleri Okuluna devam ederken adeta okulun duvar gazetesine el koyar. “Bizim Fikir” başlığı ile çıkan nüshalar elbette şiir, ağırlıklıdır. Çiçekler, böcekler, kuşlar, ağaçlar...

Ancak zamanla bu muhabbet kesmez olur, ucundan köşesinden siyasete ısınmaya başlar. Hele yeraltı milliyetçilerinden Süleyman Çolpan ile tanışınca kaleminden kan damlar. Baymirza edipleri dikkatle izler, nerede nefes aldıklarına, nerelere vurgu yaptıklarına bakar. Artık o da ustalar gibi elini kolunu kullanır ve mimikleriyle oynar. Sesine hakimdir, öfkeyse öfke, hüzünse hüzün, ironi istemediğin kadar... Kâh ağlatır, kâh coşturur, en büyük alkışı o kapar.

Baymirza küçük yaşına rağmen Çınaraltı Kıraathanesindeki edebiyat sohbetlerinin müdavimi olur, destanlar menkıbeler derken Milletini daha çok sevmeye başlar. Ancak Bolşeviklere göre milletini sevenler “halk düşmanıdırlar”, onlara asla acınmaz. Nitekim okul müdürü Sabirov’u tutuklar, yalap şap yargılayıp kurşuna dizer, gençlerin gözünü korkuturlar.

Liseyi dereceyle bitiren Baymirza, Üniversiteyi kazanmakta zorlanmaz, ancak ne Andican Sulama Sistemleri Enstitüsünde ne de Kokand Tıb Fakültesinde aradıklarını bulamaz. Tutar Taşkent’e gider Tarih okumaya başlar. Özbekistan Halk Komiserleri Şûrası Başkanı Feyzullah Hocayev aracılığı ile devlet bursu alır ve çok rahatlar. (Komünistler Hocayev’i kullanamaz olunca, idam eder sustururlar - 1938 -).

Ağzından çıkanı
Tarih bölümünde sadece “devrim tarihi” okutulur, koskoca Türk tarihini yok sayarlar. Zaten Sovyetlerde “Türkistan” demek kesinlikle yasaktır, ağzından kaçıranı takibe alırlar.

Bakın bu baskı sisteminde kelimeler ne kadar önemlidir: Talebeler kolhozlarda bedavaya ter dökerken içlerinden biri USSR harflerinin ne manaya geldiğini sorar. Arkadaşı şaka yollu “ucuz sebze satana rahmet” diye açıklayınca, onu derhal tutuklar, ibret-i alem için sallandırırlar. Yine makara olsun diye koluna Nazi işareti çizen bir akranı kurşuna dizilir. Yeter ki biri jurnallemesin, ossaat biletinizi keserler, hayatınız kayar.

Baymirza öğrenci komitesi başkanı olarak rektöre çıkar bu mânâsız cinayetlerin hesabını sorar. Rektör cevap vermeye dahi tenezzül etmez, zile basar. Gelen odacılara “atın şunu dışarı” der, o kadar...

Şairlerin Önderi LEBİD BİN REBİA

|

Uzun çöl yolculukları yapan Araplar zamanı değerlendirir, karşılıklı beyitler atarlar. Hayvanlar hızlandıkça ritmi artırır, yavaşladıkça manayı ağırlaştırırlar. Sadece deve adımına değil, kayış gıcırtısına, çıngırak sesine de oturacak bir ahenk ararlar. İşte Aruz vezni buradan doğar. Heceleri önce memdud (uzun) ve maksur (kısa) diye ikiye ayırır sonra tavil, medid, basit, kâmil, vefir, hezec, recez, remel, seri, munsarih, hafif, muzari, muktazab, mutadarik ve mutakarib diye tasnif ederler. Ki kimi çoşkuya yakışır, kimi hüzne uyar. Takdir edersiniz ki ağıtta kullanılan kalıp, hasret vuslat faslına oturmaz. Feryadla sevinç aynı tonda olur mu? Olmaz!

Göçebelerin lisanları daha berrak ve kurallıdır. Zaten Arapça deryadır, bir fiilden on cümlelik mana (hal mi, emir mi, mazi mi, muzari mi, meçhul mu, malum mu, hazır mı, gaib mi, muğlak mı, kesin mi, meful mu, fail mi, avrat mı, er mi, mübalağa var mı, hem kaç kişi) sızar. İsimler ve sıfatlar ona keza... Mesala at deyip geçmez, aygırlara, beygirlere, taylara, kısraklara, kadanalara, küheylanlara (Türkçe de fena değil hani) ayrı ayrı ad takarlar..

Şehir şairleri ise hareket noktalarını ayak ve çekiç seslerinden alır, çarşıdaki rabarbayı yakalamaya çalışırlar.

Hasılı başka devir ve şehirler neyse de, o günlerde ve Kureyş’de şiir yazmak sizi bizi aşar.

Tıfılın teki
Öyle ya, İmrul Kays, Zuheyr, Amr bin Gülsüm, Antere, Haris bin Hilliza, Tarafa, Nabiga ve A’şa gibi zirveler arasında boy gösterebilmek kimin haddidir?

Kasidelerin altın harflerle yazılıp Kabe duvarına asıldığı, belagatın zirveye ulaştığı günlerde kim “ben de şairim” deyip ortaya çıkabilir?

Ama çıkar, Lebid adlı bir tıfıl alayının papucunu dama atar. Hani mânâysa mânâ, ölçüyse ölçü, kafiyeyse kafiye, tasvirse tasviir...

Lebid’in babası Beni Cafer kabilesinin ileri gelenlerinden biridir. Cömert mi cömerttir bu yüzden halk arasında “Rebiu’l-muktirin” (fakirlerin babası) lâkâbıyla bilinir..

O yıllarda Arap şairleri kıyasıya yarışırlar, bunlar arasından yedi tanesi seçilir. Lebid onca şöhretli ismin arasından kolayca sivrilir, beyitleri muallakatül sebanın en üstünde sergilenir. Oy birliği ile “Emir-ül şüera” ilan edilse de tevazu gösterir, İmrü’l-Kays ve Tarafa’nın kendinden daha önde olduğunu söyler, gerilere çekilir.

Nitekim yaşı genç olmasına rağmen Hire Hükümdarına o gönderilir. Söylediği şiirlerle melikin gönlünü kazanır, kabilesini baskıdan kurtarır, fitneyi sona erdirir.

Zora talip
Onun satırlarında daha ziyade atlar, develer, aslanlar, ceylanlar gezinir, ki bilhassa hayvan tasvirlerinde pek mahirdir.

Günlük hayatta rastgeldiğimiz sıradan hadiseleri öylesine ustalıkla işler ki alalade bir zirai faaliyet dahi okuyanı heyecana getirir.

O zor olanı yapar. Küçükleri korumak, büyükleri saymak, yurdunu milletini özünden çok sevmek gibi beylik mevzulara girip çıkar ama farkını koyarak...

Seyahat hikayelerine kapılanlar şairle birlikte yorulur, şairle birlikte susarlar. Sanki dermanları kesilir, sağda solda vaha aranırlar.

Kabe’ye asılan Muallaka’sında tacirleri, kervanları anlatır, bu arada aşka, hasrete, sadakata kapı aralar. Lebid diğer şairlerin sıkıştıkça sığındıkları mevzuları görmezden gelir, mesela işret alemlerini yok sayar. Kan, kin, intikam, def, saz, şarap temalarına hiç bulaşmaz. Eğer sakilere, mıtriplere, rakkaselere girecek olsa... Alayının dumanını atar.

Güneş çıkınca
O yıllarda Araplar şairlere sıradan insan gözüyle bakmaz, ötelerden haber aldıklarına inanır, kahinlik, bilgelik yakıştırırlar. Eh, böylesine güçlü söz dizebilenler cin gibi zeki, hatta cinlerle dost olmalıdırlar. Darlandıkça gelir içlerini açar, dertlerine derman ararlar.

Lebid’in kızı da hatırı sayılır bir edibedir. O günlerde nazil olan bir sure-i celileyi duyunca eşsiz belagatı karşısında eriyiverir. Evet Kur’an-ı kerim şiir gibidir ama şiir değildir. Şiirin ifade edemeyeceği kadar mânâlı, şiirin ulaşamayacağı kadar ahenklidir. Babasının beyitlerinin kıymeti kalmadığını görünce gider, Kabe duvarından muallakayı indirir.

Lebid “sen n’aptın? Niye yaptın” demez, kızının sözlerine kulak verir. Nitekim ayet-i kerimeler karşısında teslim olur ve kelime-i şehadet getirir. O günden sonra sadece kelâm-ı kadim okur, yazdıklarından iğrenir.

Zira Kur’ân’ı kerim bıkmadan usanmadan tekrarlanabilir. Her namazda tilavet edilir ve her seferinde ayrı tad verir.

En gözde mısralar bile zamanla çürür, pörsür, eskir. Daha sanatlısı yazıldı mı unutulur, saltanatları geçicidir.

Lâkin Allah’ın kelamı öyle midir?

Karlar erir
Lebid artık yol hikayeleriyle av sahneleriyle uğraşmaz, hakikatın sesi olmaya bakar. “İyi biliniz ki, Allah’tan başka her şey batıldır ve şüphesiz her nimet zevale mahkumdur (asılları ahirettedir)” beyti ile Peygamber Efendimizin methine mazhar olur. Hicretin 9. yılında Benî Kilab’dan arkadaşlarıyla Medine’ye gelir, Server-i Kâinat’ın sohbetine kavuşurlar.

Hazret-i Ömer, halifelik yıllarında Lebid bin Rebia’ya bir haberci gönderir ve neden şiir yazmadığını sorar. Cevaba bakın: “Şu anda önümde Bakara Suresi var. Yazdıklarımın paçavra kadar değeri olmadığı aşikar. Halifemize ‘Lebid oyuncakları bırakmış’ deyin, o anlar.”

Sadece o mu? Kardeşinin ölümü üzerine yazdığı ağıtla Arapları gözyaşına boğan Şaire Hansa da duyduğu ilk ayet karşısında tutulur kalır, hemen o gün, o saat şiiri bırakır, müsfeddelerini yırtıp atar.

Lebid (Radiyallahu anha) son yıllarında Kufe’ye yerleşir, o hoş üslubu ile genç Müslümanlara Mükerrem Mekke’yi, Münevver Medine’yi ve Aleyhüsselatü vesselam Efendimizi anlatır, güzel hizmetler yapar.

Mevlid-i Şerif Şairi SÜLEYMAN ÇELEBİ

|

Doğum olur, ölüm olur, düğün, dernek, sünnet, asker uğurlama... Hepsi birer vesile olur.

Mahalle mescidinin son cemaat yerindeki kara tahtaya, hani “müslüman kardeş ayakkabını şöyle tut” ve “cep telefonunu kapa” ikazları yazılan kartonların yanındaki tahtaya tebeşirle “filan gün öğle namazını müteakip mevlid-i şerif okunacak” yazıldı mı tamam. Uzak semtlerdeki ahbaplar bile duyar, gelir yerlerini alırlar.

Hele kadınlar pek heyecanlanır, bayramlıklarını kuşanır, oyalı tülbentler takarlar. Başka zaman daracık kotlarla minicik eteklerle dolananlar bile ağırbaşlı kıyafetler (hiç değilse etek döpiyes) giyer, en azından başlarına bir şal atarlar. İşin hoşça yanı en fazla onlar hislenir, en çok onlar ağlar.

Çocuklar kayıttadır, mesela pirinç gülabdanlardan silkelene silkelene serpilen gül suyunu hafızalarına kazırlar. Sonra o şekerim külahlar... Üstte eridiği için kağıda yapışmış bir lokum, bir güllü akide, altta minik minik beyazlar. Dayanamayıp yerseniz bir tane daha verir, asla “sen aldın ya” demez, gönül kırmazlar.

Üç kuruş para için çatır çatır pazarlık yapan zamane mevlüthanları mânâdan ziyade mâkâma bakar, değil cümleleri heceleri bile yutarlar. Türkücüler gibi ellerini kulaklarına atar, kafalarını sallaya sallaya haykırırlar. Avuç içi kadar mescidde mikrofona abanır, onu da ağızlarına yakın tutar, hatta gırtlaklarına sokarlar. Zaten köşedeki elektrikçinin bağışladığı tesisat uyduruktur, sesler çatlayıp patlar, sükut anlarında “cızzzouiiing” diye tüyleri diken diken eden bir sinyal çınlar. Her taraf kablo, her sütuna bir kolon, kubbede katlanan yankılar kulak zarlarını çökerte yazar. Mevlid-i şerif “münâcaat, velâdet, risâlet, mîrâc, rıhlet ve duâ olmak üzere” altı kısımdır ama “aklında ne kaldı” diye sorulsa (değil çocuklardan, büyüklerden bile) üç cümle çıkmaz.

Halbuki nağme yapmadan okusalar da birkaç satır istifademiz olsa...
Di mi ama...

Bursa eşrafından
Efendim bu destanlaşan şiirin yazarı Süleyman Çelebi Bursa eşrafındandır. Zikrolunan aileden şeyhler, vezirler, mollalar çıkar. Mesela dedesi Mahmûd Bey Rumeliye sal salan, suya seccade yayan Şehzade Süleymân’ın silah arkadaşıdır, unutulmaz şehidin adını torununa koyar.

O devir Bursa’sı ciddi bir ilim merkezidir, çelebimiz, en gözde mekteplere gider, en ünlü alimlerin önünde diz kırar. Gün gelir Dîvân-ı hümâyûn’da Yıldırım Bâyezîd’e imâm olur, derken Ulucami de vazifeye başlar. Aslında şiirle filan uğraşmaz, ancaaak...

Ancak, yaşı 60’a dayandığı günlerde (H.812) kürsüye çıkan İranlı bir vâiz, Bekara sûresinin 285’inci âyet-i kerîmesini “Hazret-i Muhammed, Hazret-i İsâ’dan üstün olamaz, aralarında ne fark var?” diye açıklayınca cemâat arasından biri fırlar “Be hey câhil” der, “elbette bizim peygamberimiz diğerlerinin fevkindedir. Bu ayeti kerimeyi ‘nübüvvet ve risâlet yönünden fark yok’ şeklinde açıklamalıydın ki biz dahi hepsine ve getirdiklerine inanır, dilimizle ikrar, kalbimizle tasdik ederiz. Ancak bundan, fazîletleri aynıdır anlamı çıkmaz. Nitekim Bekara sûre-i celilesinde meâlen; ‘... peygamberlerin bir kısmını, kendilerine verilen hususiyetlerle diğerlerinden üstün kıldık’ buyruluyor ki şüpheye mahal kalmaz.

Süleymân Çelebi’nin de söyleyeceği şeyler vardır ama Acem tevbe eder, konu kapanır.

Kapanır ama içinde bir sızıdır kalır, zihnine deliller yağar, diline mısralar dolanır.
“Ölmeyüb İsâ göğe bulduğu yol,
Ümmetinden olmak için idi ol.”
“Dahî hem Mûsâ elindeki asâ,
Oldu O’nun izzetine ejderhâ.
Çok temennî kıldılar Hak’dan bunlar,
Kim Muhammed ümmetinden olalar.
Gerçi kim bunlar dahî mürsel durur.
Lâkin Ahmed efdâl-ü-ekmel durur.
Gönlü Habibullah aşkı ile yanmayan biri şu edeb ve muhabbet kokan satırları yazabilir mi?
“Bir acib nur kim güneş pervanesi” Güneşin pervane olduğu bir nur...
İşte size sehl-i mümteni...

600 yaşında...
Süleymân Çelebi söze Allahü teâlânın ism-i şerîfi ile başlar. Server-i âlemin temiz, pak ceddinden ve alınlarında parlayan nûrdan söz açar. Kutlu doğuma geniş yer ayırır ve annesinin o an neler duyup, neler gördüğünü yazar. Bütün mahlukatın, hatta zerrelerin neşesini dillendirmeye bakar.

Yanık şiir hem içli, hem öğreticidir. Sadedir, samimidir ama sırf coşkudan da ibâret değildir. Kolay gibi görünse de yazması çetindir. Nitekim zaman zaman nazireler yapılsa da hiçbiri onun yerini tutamaz.

Mevlid-i şerif, Arapça, Farsça, Rusça, Boşnakça Urduca, İngilizce, Çerkezce’ye çevrilir ve kıtalar ötesinde yankılanmaya başlar. Dinlenme oranına bakarsanız Süleyman Çelebi tek şiiriyle Puşkin, Goethe, Rimbaud ve Lord Byron’un (haydi Fuzuli, Baki, Nedim’i de ekleyin) şiirlerinin toplamına fark atar.

Bu arada hatırlatalım yolu Bursa’ya düşenler, Çelebimizi unutmasınlar. Çekirge’deki şirin kabrine uğrasın, bir fatiha okusunlar.

Bugün bayram ya...

Önsözden satırlar
Muhammed aleyhisselâmı bütün yaratılmışların sebebi, en şereflisi ve azîzi yapan, makâm-ı Mahmûd ile şefâat hakkı veren, bütün Peygamberlerden üstün kılan, ismini O’nun ismiyle yanyana yazan, hasedci şeytanın burnunu sürten Allahü teâlâya hamd-ü-senâlar olsun. Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın indinde çok makbûldür, melekleri O’na yardımcıdırlar. Ağaçlar, toprak ve taşlar, O’nunla konuştular. O’nu sevenler dünyâda ve âhirette kurtulurlar. O’na düşman olanlar kovulup, Cehennem’e atılırlar.