Ayaklı Kütüphane İSMAİL SAİB SENCER

|

Bizim insanımız çok okumasa da kitabı sever. Yere düşmüş kâğıtlara bile hürmet eder. Hele kütüphaneye girmeye görsün kendine çeki düzen verir, düğmelerini iliklerler. Eh avam tabakası böyle olursa ilmiye sınıfını düşünün artık. Asitanenin kitap kurtları kâğıt kokusu almadan yaşayamaz, sahhaflar nadide eserleri “ehline” yetiştirirler. Ayaklı kütüphanelerimiz onbinlerce cild eserin konusunu, müellifini, tarihini (ve şaşacaksınız ama içindekileri de) ezbere bilir ilim adamlarına yol gösterirler. Ki İsmail Sâib Sencer Hocaefendi de onlardan biridir işte.

Mübareğin hafızası müdürlüğünü yaptığı Bayezid Kütüphanesi’ne bile fark atar, yerli ve yabancı araştırmacılar etrafında pervane olurlar. Hocaefendi, diğer İstanbul kütüphanelerindeki eserlerden de haberdardır. Konularını, baskı tarihlerini, hatta sayfa sayılarını bilir, kaynak arayanlara tabela olmaya bakar.

İmza atmaz
İsmail Sâib Hoca bir deryadır ama kitap yazmaz. Her ne kadar İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın “Osmanlı Tarihi”ni, keza Bursalı Mehmet Tahir Bey’in “Osmanlı Müellifleri”ni İsmail Saip Hocaefendinin dikte ettirdiği söylense de o hiçbir esere imza koymaz.

Uzunçarşılı’ya göre “Keşfü’z- Zünûn” gibi bir eserin sahibi Kâtip Çelebi, kitâbiyyât, tercüme-i hal, tarih ve edebiyata vukufiyet hususunda onun yanında tilmiz (talebe) kalır. Hoca merhum, Keşfü’z- Zünûn’u tashih ve ilâvelerle zeyl eder, esere kıymet katar.

O devirde mühendis mektebi 4, tıp fakültesi 6 yıl diye bir kaide yoktur. Eğer derslerini alır ve imtihanları verebilirseniz bir yılda bile mezun olabilirsiniz. İşte hocaefendi de bir ara tıbba merak salar, bütün imtihanları verir ama “gel icazetini al” dediklerinde omzunu silker, “ben fakülteyi merakımdan bitirdim” der, “hekimlik yapacak değilim ya.”

İsmail Sâib Sencer Darulfünun’da (İstanbul Üniversitesi) Arap Edebiyatı okutur ama devir değişince sarığını çıkarmaya yanaşmaz. Kürsüyü terkedip Bayezid Kütüphanesi’ne sığınır, ilim adamlarına yol göstermeye başlar.

Hocaefendi tam bir hafıza küpüdür. Bazen bir araştırmacı gelip “hocam filan konuda çalışıyorum, nereden başlasam” diye fikir sorar, mübarek gözünü satırlardan ayırmadan “sağdan üçüncü raftaki 455 numaralı kitabın ikinci cildini al, 135’inci sayfadaki üçüncü paragrafa bak” deyiverir. Yetmedi mi aynı konuyu anlatan 20 kitap daha sıralar.

Kedili kütüphane!
Hoca efendi merhamet timsalidir, sokak hayvanlarına “özellikle kedilere” dayanamaz. Nerde titreyen bir yavru görse derhal himayesine alır, evladı gibi kollar. Gün gelir kedilerinin sayısı sekseni aşar ki bunlar kütüphanenin “kadrolu elemanı”dırlar. Kimi kucağında uyur, kimi omzuna çıkar. Hocaefendi maaşını onlara harcar, azıcık keyfi kaçan için baytar çağırır, yana yakıla ilaç arar. Hele biri doğum yapmasın bir lohusa şerbeti dağıtmadığı kalır, ilim adamları “Maşaallah” der, analı babalı büyüsün temennisinde bulunurlar. İbnülemin onun bu tutkusunu şöyle anlatır: “Kedilere gösterdiği şefkat şâyân-ı hayret idi. Onu yemeğe davet ettiğim zamanlar zor durumda kalırdı. İcabet etmek ister ama kedilerini kimseye bırakamazdı. Başlarında olmazsa onların incitileceğinden korkardı.

Ben bu kel, kör, topal arsızları barındırdığı için kızar, ‘burası dârülaceze mi’ diye paylardım. Bîçâre, boynunu büker, ‘ibtilâdır mazur görünüz’ diye mırıldanırdı. Kedi hanımlar, pisi beyler ciğerden usansalar, kuzu etinden külbastılar gelir, sütten sıkılsalar kaymaklar ısmarlanırdı. “Âşıka ta’n etmek olmaz müptelâdır neylesin / Âdeme mihr ü muhabbet bir belâdır neylesin” beytini, “Saib’e söylenmek olmaz, müptelâdır neylesin / Hırreye fart-ı muhabbet bir belâdır neylesin” şeklinde okurdum. Suçlu gibi güler, bir yandan da muhabbetle kedilerini okşardı.”

Hocaefendi sadece kedilere değil güvercinlere de meftundur, farelere bile kıyamaz. Hastalandığında biri tavuk suyu çorba hazırlamaya kalkar, “bırakın” der “bu fakir için kıymayın garip hayvana...”

Yine İbnülemin anlatır: “Ziyaretine gitmiştim, küçük bir taş odada şiltesini serip oturmuş, mesele soracak zatların vürûduna muntazırdı. (Gelmelerini bekliyordu.) Odada sadece iki iskemle vardı ki ikisinin de bacakları kırıktı. Gördüğüm sefalet canımı sıktı. Söylendim. Her şeyi hoş gören o merd-i deryâdil, teessürümü gidermeye çalıştı.

“İlmin başı sağ olsun”
Birkaç gün sonra hastalandığını ve kardeşinin evine sığındığını işittim. Derhal koştum, zahmetle nefes alıyordu, hafif bir sesle ‘Esselamü Aleyküm’ dedim. Gözlerini araladı, beni tanıdı. ‘İnşallah kesb-i afiyet edersiniz’ dedim. ‘Cenab-ı Hak’dan istid’a-i afiyyet ve Habîb-i Hak’dan niyazı şefâat dileyiniz. Bak, Resûl-i Ekrem-i Efendimiz burada’ diyerek karşı duvarı gösterdi. Öyle yürekten bir ‘Allah’ dedi ki bana ağlama geldi. Gözyaşlarımı saklamak için odadan çıktım. Rûh-u pâki, merci-i asliye revan oldu, muhiplerini tâlân ve nâlân etti. Nâil-i rahmet-i rahmân olsun / Dâhil-i ravza-i rıdvân olsun.

Onun aziz naaşını, görülmemiş bir kalabalık omuzlar, Bayezid Camii’nden alır, Merkez Efendi’nin yanıbaşına defnederler (1940). Araştırmacılar yetim kalır, düşünün İsveç Başbakanı bile İsmet Paşa’ya telgraf çeker, “ilim âleminin başı sağ olsun!” der.

Mufassal bilgi “Tarih Düşünce” dergisinde...