Eli Kanlı Kâşif MACELLAN

|

Portekizli Magelhaes Fernao (bizdeki adıyla Macellan) Sabrosa’da (ya da Oporto’da) doğar (1480). Kendisine sorarsanız çoook asil bir aileden olduğunu söyler, hatta bir arma yaptırıp miras bırakma hakkını arar. Ancak sunduğu belgeler sahte çıkınca onu başlarından savar, “hadi ikile” buyururlar.

Asil olunmaz doğulur, değilse değildir, bu saatten sonra şecere tahrifatını kimse yutmaz. Lâkin “kahraman olma” gibi bir şansı her zaman vardır, bu yüzden donanmaya koşar. Defalarca Hindistan’a gider, sayısız savaşa katılır, bıkasıya yağma yapar. Emreder, emir alır; kâh iskandil sallar, kâh kılıç tutar. Kesesi altınla doldukça keyfi artar, ancak Hind Mihracesi ile yaptıkları Kananur Savaşında yara almaktan kurtulamaz. Ardından Sequeira komutasında Malaka’ya uzanırlar ki şirin şehre hayran olurlar. Limandaki tekneler adeta birbirine değer, gürbüz ve sıhhatli insanlar çuval çuval baharat, sepet sepet yakut taşırlar. Halk düzgün evlerde yaşar, beldeye silüet kazandıran soğan kubbeli cami inci gibi parlar.

Yağmacı Portekiz
Sequeira askerlerini tüccar kılığına sokar, Malezyalılara dostça yaklaşırlar. Ne zaman ki takas hızlanır, kılıçlarını çeker, güzelim kenti yakıp yıkmaya başlarlar. Müslümanlar da ellerini kabzalarına atar ve bu sünnetsiz haydutlara karşı koyarlar. Portekizliler böyle bir direniş beklemiyorlardır, gemilere zor kaçarlar. Alma mazlumun ahını derler ya aheste aheste çıkar. Dönüşte tekneleri Paldova kayalıklarına çarpıp batar. Komutanlar sandallara biner uzaklaşır, tayfalar ardlarından bakakalırlar. Macellan (sandalda yeri olmasına rağmen) gözünü karartıp geride kalır ve puan toplar. Kral naibi Albuquerque onu takdir eder ve subay yapar.

Adı geçen naip Macellan’ın teşvikiyle Sinyor Sequeira’nın beceremediği işi tamamlar, Malaka’yı (Singapur’u) ele geçirip denizi kana boyar.

Biliyor musunuz yörenin hoş havası zaman zaman askerlerin fikrini bozar, nitekim Macellan’ın can arkadaşı F. Serrao da ordudan kaçar, kendisine dostça davranan bir kabilenin içinde sakin bir hayat yaşar. Artık amirlerinin hırsı ve saldırganlığı onu ırgalamaz. İklim gibi mülayim olur, siyahi bir kadınla evlenip mütevazı bir dünya kurar.

Asyalılarla hemhal oldukça coğrafyaya bakışı da değişir, mesela Portekiz’den buralara gelmek için “taaa Ümit Burnunu dolanmanın gerekmediğini” anlar ve gider içini Macellan’a açar. Sahi sürekli batıya giderek Malezya’ya ulaşılabilir mi? Bu İslam dünyasında bilinmedik şey değildir ama bizimki çok heyecanlanır, hop oturup hop kalkar.

Gelişen Lizbon
Macellan, Lizbon’a dönünce büyümüş ve zenginleşmiş bir şehir bulur. Ortalık katedralden geçilmez, süslü beyler, bakımlı kadınlar janjanlı faytonlarla dolanırlar. Depolar mal doludur, aracılar tefeciler yükünü tutar. Tersanelerde hummalı bir şekilde gemi çakar, küçük bir ordu taşıyan kalyonlar donatırlar. Hasılı Portekizli gemiciler aradıklarını bulurlar.

Halbuki İnka hazinelerini çalıp getiren İspanyollar (Colombus, Cervantes, Cortez) kimselere yaranamaz, öz yurtlarında aşağılanırlar. Cadiz ve Sevilla sokaklarında keşler gibi sürünür, bitlenip hastalanırlar. Amerika’da kalan keyfine bakar, memleketine dönen çıra gibi yanar. Düşünün Pizaro ve Nunez de Balbao’nun bile boynunu vururlar.

Bu arada Hindistan’ı yağmalayıp parayı bulan Portekizliler hepten kudurur, durduk yerde Faslılara saldırırlar. Macellan bu savaşa subay olarak katılır, ancak Araplar onun bacaklarını kırar. Şimdi topal topal askerlik yapacak değildir ya, bir masa başı kapar keyfine bakar.

Bilirsiniz her denizci biraz define avcısıdır, Macellan hazine mazine bulamaz ama zimmetindeki mallar buharlaşınca hakim karşısına çıkar. Her ne kadar beraat ederse de sarayın gazabından kurtulamaz. O günden sonra it gibi itilir, adam yerine konulmaz.

İpler atılınca
Macellan Kral Manuel’in gözüne girebilmek için takla üstüne takla atar ama bir türlü barışma imkanı bulamaz. Hal böyle olunca bir süre ortalıkta görünmemenin hayrına olacağını hesaplar, çekilir köşesine harita ve denizcilik üzerine kafa yorar.

İşte Endülüs kitaplarından kaptıklarını satan Coğrafyacı Faleiro ile o dönem tanışırlar. Falerio Atlas Okyanusundan, Büyük Okyanusa açılan bir boğazın varlığına adı gibi inanır, Macellan’ı da iknada zorlanmaz. O günlerde Amerika, Güney Kutbu ile bitişik sanılır. Bunu yıkmanın tek yolu vardır: Bir keşif gezisi yapmak!

Ancak Macellan’ın adı şaibeliye çıkmıştır, onu bu saatten sonra kimse ciddiye almaz. Bizimki de gider İspanyolların emrine girer, projesi için destek arar. Olacak bu ya, saraya yakınlığıyla bilinen Diego Barbosa’nın kızı Beatriz ile evlenince haşmetlilere ulaşma fırsatı yakalar. Yine de fikrini pat diye söylemez, önce taraftar toplama ihtiyacı duyar. Gider soylu Juan De Aranda ile Piskopos Fonseca’yı bağlar. Birincisine toprak ve altın vaat eder, öbürünün misyonerlik damarına basar.

İspanya adına
Teklifi umduğundan da büyük bir heyecan uyandırır hatta De Haro adlı bir para babası kesenin ağzını açar. Nitekim Kral 5. Karl’ın huzuruna çıkar ve hadiseyi ballandırırlar. Yanında getirdiği Sumatralı kadın kuş gibi şakır, Malezyalı kölesi akıllı uslu laflar edip parmak ısırtır. En son Serrao’nun mektubunu okur ki burası Vasgo dö Gama’nın keşfettiği dünyadan daha büyük ve zengin olmalıdır.

Yeni ülkeler fethetme aşkıyla yanan Kral, Macellan’a izin ve imtiyaz vermekle kalmaz, kaldırılacak ganimetin yirmide biri ile keşfedilecek toprakların valiliğini de bağışlar. Ancak İspanya ile acımasız bir rekabete giden Portekizliler Macellan’ı rahat bırakmaz, hem gemileri sabote eder, hem de bu yolculuğun “lanetli sulara uzayacağından” söz açarlar. Batıda “uğursuz” dendimi akan sular durur, iş teklif ettiği gemiciler boş boş yüzüne bakar, omuzlarını kaldırırlar. Evet ortalıkta midesi sırtına yapışmış binlerce sefil vardır ama 265 adam toplayana kadar göbeği çatlar...