Hakikatin Peşinde THOMAS CARLYLE

|

Thomas, Ecclefechan adlı bir İskoç kasabasında doğar (1795). Babası iş bulursa çalışan bir duvarcı ustasıdır, kör topal 8 çocuğuna bakar. Thomas ya babası ve abileri gibi amele olacak ya da okuyacaktır. O ikinci şıkkı seçer, kasaba okulu, Annan Akademisi derken henüz 14 yaşında Edinburg Üniversitesi’ne başlar. Ailesi “papaz” olmasını isterse de Matematik eğitimi alır ve öğretmen çıkar.

Evet rakamlarla da arası iyidir ama ilerleyen yıllarda tarih, edebiyat gibi sosyal konulara merak salar. Yeni bir gayretle Hukuk fakültesini bitirir, çok okur, çok sorar ve inançlarında “değişiklikler” olmaya başlar.

O devir İngilteresinde Hıristiyanlar taassub ehlidir, hele kiliseyle takışmak kralların bile boyunu aşar. Nitekim o da tabulara toslar ve anlatılması zor fikir çileleri yaşar. Oturup kalemiyle dertleşir, içini kâğıtlara açar. “Bay Teufelsdröckh” adlı eserini çekinmeden yazsa da ürke korka yayınlar. Ancak aklına gelen başına gelmez, gördüğü ilgiye kendi bile şaşar.

Carlyle, Arapça bilir, Farsçadan anlar, sırf Goethe’nin eserlerini aslından okumak için Almanca dersleri almaya başlar. Hatta ünlü edibin ziyaretine gider, İslâmiyyet hakkında düşüncelerini anlatır. Goethe onu dikkatle dinler ve “Eğer İslâm bu ise, ikimiz de müslümânız” diyerek cesaret aşılar.

Fikir çilesi
Carlyle’ın parayla pulla işi olmaz, kimseye yaranmaya çalışmaz. Sırf hakikatlere ulaşma gayretiyle mufassal bir tarih kitabı hazırlar. Bu eserin ilgi görüp görmemesi, satıp satmaması umurunda bile değildir. Belki de bu samimiyetinden dolayı kitap büyük bir sükse yapar. Herkes onu ve eserini konuşmaya başlar.

Carlyle İngilizlerin İslam ülkelerinde oluk oluk kan döktüğü ve materyalistlerin tek kale maç yaptıkları yıllarda sömürgeciliğe ve maddeciliğe karşı savaş açar. Tarihin akışını ancak “olağanüstü kişilerin” değiştirebileceğini savunur, bazıları anlamasalar da “ilahi aydınlık”tan söz açar.

Carlyle insanı kıyafetiyle ölçen riyakârlar arasında yaşamaktan sıkıntı duyar, soyluların çılgınlık ve bencilliklerini eleştirmekten korkmaz. Sınıflar arasındaki fark açıldıkça kalemini sivriltir, kapitalist sisteme ve “bırakın yapsınlar” mantığına şiddetle karşı çıkar. Burjuvaların vurdumduymazlığından bıkar, yok olan değerleri hasretle arar.

Carlyle sadece düşünür değil iyi bir eğitimcidir. Nitekim bileğinin hakkı ile Edinburg Üniversitesi rektörlüğüne gelir. Nitekim o yıl bastırdığı “Kitap Üzerine” adlı eserini “bütün başarılarımı, işlerimi vaktinden önce yapmış olmama borçluyum. Deney, öğretmenlerin en iyisidir; yalnız okul masrafı ağırdır” gibi vecizelerle süsleyerek kalitesini ispatlar. O, amaçsız insanı dümensiz gemiye benzetir gençleri doğruyu aramaya ve ahlâklı olmaya çağırır. Carlyle’a göre her yeni fikir, başlangıçta azınlıkta kalır ama kahramanlar bedeli ne olursa olsun “hakikatleri” savunurlar.

Kahramanlar
Carlyle bir süre sonra kilise ile arasındaki köprüleri atar, Hıristiyanlığı reddetmekten korkmaz. Rakipleri “acaba ateist mi oldu” deseler de, o Allahın varlığına, birliğine ve hesap gününe inanır. Kul hakkından korkar, kâinata ibret nazarıyla bakar. Üniversite camiası bu tavrın adını koymaya çalışırken, “On Heroes, Hero-Worship and the Heroic in History” adlı eserini yayınlar. Burada Dante ve Shakespeare’i “şair-kahraman”, Johnson ve Burns’u “edebiyatçı-kahraman”, Cromwell ve Napolyon’u “kral-kahraman” olarak tanıtırken peygamber-kahraman olarak sadece ve sadece Muhammed aleyhisselâmdan söz açar.
Yetmez, çeker çarığını yollara çıkar, ülkenin dört bir yanında konferanslar verir ve İngilizlere “Efendimizi” (Sallallahü aleyhi ve sellem) anlatmaya başlar. Hıristiyan dünyasında asırlardır işlenen maksatlı isnatlara muhteşem bir reddiye yapar.

Nasıl mı? Şöyle:

“Muhammed’in (haşa) bir sahtekâr olduğunu söylemek, utanç verici bir yalandan öteye gidemez. Zira onun sözleri bin iki yüzyıldan beri (şimdi bin dörtyüz) yüzmilyonlarca (şimdi milyarlarca) insana rehber oldu. Bunca müminin uğrunda yaşayıp, uğrunda öldükleri inancın manevi düzenbazlık olduğunu nasıl düşünebilirsiniz? Ben kendi hesabıma böyle bir şeyi kabul edemem. Her şeye inanırım, buna inanmam. Bir düzenbaz ev bile kuramaz. Harç ve tuğladan yaptığı şey ev değil, moloz yığını olur. Halbuki bu bina 12 asırdır ayakta ve yüzmilyonları barındırıyor.

Hazret-i Muhammed hayatı boyunca bir kere bile yalan söylememiştir, Mekkeliler onu “El-Emin” adıyla çağırırlar. Herkesi dinler, az konuşur, ama sözleri içten ve aydınlatıcıdır. Konuşmaya değer tek konuşma tarzı da budur zaten! O, müşfik ve temiz bir insan olarak tanınır, her hareketi mânâlıdır. Sevimli, samimi hatta şakacıdır, tatlı tatlı gülümser ve güzelliğiyle göz kamaştırır. Rahatlatıcıdır, kuşatıcıdır, itimat telkin eden bir siması vardır. Teni sağlıklı, saçları lüle, gözleri kara karadır. Hem iyi niyetli, hem dost canlısıdır.
Evet, Hazret-i Muhammed ümmidir, okuma-yazma bilmez. Eğer bir çöl çocuğu bunca ilmi böylesine doğru ve bu kadar sistemli aktarabiliyorsa “vahiy”den söz etmek gerekir ki o “hak peygamber”, Kur’an-ı kerim ise “Allah’ın kitabı”dır!

CESUR YÜREK İSKOÇ PROF. CARLYLE

Hz.Muhammed hırslı mıydı? Sanmam, zira sade bir hayatı vardı. İçtiği su, yediği arpa ekmeği ve hurmaydı. Bazan aylar boyu ocağında ateş yanmazdı. Alış veriş yapar, hırkasını yamar, çalışıp çabalardı. Onda hırstan çok daha “yüce bir şeyler” olmalıydı. Yoksa inatçılıklarıyla tanınan cahiliyye devri Arapları, dünyevi kaygılardan arınıp da ardına takılırlar mıydı? Sık sık birbirleriyle çatışan yırtıcı insanlar, kardeşliğin tadını aldı. Başında taç, altında taht olan hiçbir imparator O’nun gördüğü saygıya ulaşamadı, Araplar ona kesinlikle itaat ettiler ki böyle bir imtihanı vermek için “kahraman” olmak lâzımdı.
Ben Muhammed’i riyadan arındığı için severim. O, kibirden hoşlanmaz ama tevazuda da aşırılığa kaçmazdı. İcabında Habeş imparatoruna, İran Şahına, Yunan Krallarına neyi nasıl yapacaklarını anlatan mektuplar yollardı. Cahiliye alışkanlıklarını terk edemeyen bedevilerle kanlı hadiseler çıkması kaçınılmazdı. Ama o, onlara da acır, güçlüyken bağışlardı.

Hiç şüphesiz
O, iş gördürmek için yüze gülenlerden değildi, eshabına daima hakikatleri anlatırdı. Tebuk Savaşı arefesinde dayanılmaz bir sıcak çökmüş ve hasat mevsimi başlamıştı. Ancak O, “Hasat mı?” dedi, “Bir günlük iş. Peki ahirette kaldıracağınız hasat ne olacak? Evet hava sıcak olmasına sıcak ama Cehennem daha sıcak!”

Muhammed hakikati yüreğinde hisseder ve sözlerini “şüphesiz” kelimesi ile güçlendirirdi. O, amatörce ilgilerden, faraziyelerden, nazariyelerden uzak dururdu. Zira bu büyük bir günahtı, düşünülebilecek bütün günahların anası... Önemli olan birtakım soyutlamalar, mantık önermeleri değil, gözle görülen, elle tutulan, kısacası yaşayan bir inançtı. Müslümanlar boş gevezeliklerle uğraşmadılar. Nitekim putlar, töreler onun gerçekliği karşısında yanıp kül oldular. Tıpkı ateşe atılan kuru odunlar gibi...

O, Hatice ile (radıyallahu anha) sevgi ve sükunet dolu bir evlilik hayatı yaşadı. Gençlik çağlarını müstesna bir mütevazılıkla geçirdi. Kırk yaşına gelinceye kadar ilahi bir görev aldığından söz etmedi. Diğer evliliklerini yaşı elliyi aştıktan ve Hatice öldükten sonra yaptı. “Dünya nimetlerinden” yararlanmak gibi bir hesabı olmadı.

“İyi ama İslam kılıç zoruyla yayılmadı mı” diyenler bilsinler ki bu da “sadece vaiz ve telkinle yayıldığı için övündüğümüz” Hıristiyanlık kadar soylu bir vasıtadır. Kılıç! İyi de kılıcı tutacak eli nereden bulacaksınız? İslamiyetin başlangıcında birkaç genç ve fakir mümin vardı. Bütün insanlara kılıç çekecek değillerdi ya. Eline fırsat geçtiğinde Hıristiyanlar da kılıç kullanmaktan kaçınmadılar. Şarlman’ın, Saksonları kılıç zoruyla Hıristiyan yaptığını hepimiz biliyoruz. Doğrusunu isterseniz ben bu kılıç meselesiyle pek ilgilenmem. Zira bu dünyada bir şeyin kendi varlığı için kılıçla, sözle veya herhangi bir vasıtayla savaşmasını hoş karşılarım. Bırakalım da vaiz versin, kitaplar yayınlasın, dövüşsün, var gücüyle çabalasın, dişini, tırnaklarını, nesi varsa onu kullansın.

Dünya ne ki?
Yüce Allah, Arap putperestliğinin, Yunan teolojisinin, Yahudi geleneklerinin müessir olduğu bölgeye bir peygamber gönderdi. Muhammed “putlarınızı yağ ve mumla parlatıyorsunuz, üzerlerine sinekler yapışıyor. Bunlar tahta parçalarından ibarettir, size hiçbir yararı yoktur. Bu aciz korkuluklar iğrenilecek şeylerdir. Halbuki Allah vardır, birdir, bizi yaratan da, yaşatan da O’dur” diyerek onları İslâm’a çağırdı.
Halbuki Onun dini kolay da değildi. Müslümanlar oruç tutar, zekat verir, abdest alır, günde 5 kere mescidlere koşarlar. Şaraptan, kumardan, zinadan kaçarlar. Zaten bir din “hak ise” kaba iştahları, aşağılık arzuları kışkırtmamalı, gönüllerde yatan kahramanlık duygusunu uyandırmalı.

Müslümanlar ne kadar büyük acılar yaşarlarsa yaşasınlar, Allah’tan geleni “hayırlı” kabul eder, dertlerinden tad alırlar. Eğer çöl çocukları ilahi emirleri ateşli yüreklerine bastırıp ibadete başlamışlarsa, bunda inanılmaya değer bir şey vardır. Ben bugüne kadar “vazife” kelimesinin bundan daha iyi bir tarifine rastlamadım.

Muhammed’in muhteris olduğunu söyleyenlere sorarım, bütün Arabistan ona ne verebilirdi ki? Yunanlı Heraklius’un tacı, İran Şahlarının tacı ve dünyadaki bütün taçlar onun için ne ifade ederdi? Onun işitmek istediği şeyler yeryüzüne ait değildi. Hem bütün taçlar ve tahtlar birkaç yıl sonra nereye gidecekti? Mekke veya Arabistan Şeyhi olmak ve eline yaldızlı bir tahta parçası almak ona yeter miydi? Elbette hayır! Söyleyin gönlü vahy aleviyle tutuşan bir Allah elçisi için bütün dünyanın ne kıymeti olabilirdi?

***
“Zencî meselesi”, “Fransa ihtilâli”, “Alman Edebiyâtı”, “Goethe ve Goethe’nin ölümü”, “Modern İşçiler”, “Kahramanlar ve Târîhde Kahramanlık” adlı eserleri kaleme alan Thomas Carlyle 1881 yılında öldü. Resulullah Efendimiz’den övgüyle bahsetmesine rağmen elimize “Müslüman olduğuna dair” bir bilgi geçmedi...