Türk’e Alman Komutan PRUSYALI LIMAN

|

Asrın başlarında Sanayi Devrimi yapan ve parayı bulan Batılılar kıran kırana bir rekabete girer, ölümüne bir yarış tuttururlar. Bir yandan üretimi ve kaliteyi artırırken, diğer yandan hasımlarını baltalar, hiç çekinmeden belden aşağı vururlar.

Daha net söylersek Avrupa’da milyon tonlu rakamlarla çelik işleyen iki ülke vardır: İngiltere ve Almanya... Fransa ve Rusya da kendi çaplarında çaba gösterir, yarıştan kopmamaya çalışırlar. Peki ya Osmanlılar? Dedelerimiz maalesef o treni kaçırır, hesaba bile katılmazlar.

Şimdi yeryüzünde bunların hepsini doyuracak kadar büyük bir pazar olmadığına göre Alman İngiliz’i, İngiliz Alman’ı boğmaya bakar. Adamlar kıtalararası yollara, yabancı limanlara çöreklenir, uzak ülkelerdeki enerji ve maden kaynaklarına el koyarlar. İşte bu yüzden ateş gücü yüksek ordular kurar, ufak ufak bloklaşmaya başlarlar.

Drang Nach Osten
İngiltere sömürge yarışında, Almanya’nın çok önündedir, hatta Basra Körfezi, Süveyş Kanalı ve Hindistan’ı babasının mülkü sayar. Almanlar “Drang Nach Osten” (doğuya açılma projesi) ile Osmanlı topraklarında ucuz ihaleler alır, Avusturyalılar Selanik üzerinden Akdeniz’e inmeye çalışırlar.

Ruslar ise gözlerini Boğazlara diker ama sulandıklarıyla kalırlar, öyle bir coğrafyayı onlara bırakmazlar. Bu yüzden Çarlar da Doğu Anadolu’daki Ermenileri kullanıp Kilikya dümenine oynar, bu ısmarlama devlet üzerinden İskenderun’a açılmaya bakarlar.

Gelelim Osmanlı’ya. En kötü döneminde bile ağırlığı olan yaşlı imparatorluk borç batağındadır. Abdülhamid Han yetişmiş insan gücü olmadan sanatta, sanayide, ticarette yol alamayacaklarını bilir, memleketi Hamidiye mektepleri, sanayi nefiseler, baytarhaneler, mimarhaneler, tıbbiyeler, mülkiyeler, mühendishaneler ve harp okullarıyla donatır ve “batılı manada” bir eğitim hamlesi başlar. Ulu Hakan işin uzmanı kimse onu çağırır, uğruna köşkler keşaneler açar, göğsüne nişanlar, madalyalar takar. İstanbul asker olmayan mutehassıs paşalarla (Marko Paşa, Zanora Paşa) dolar. Bunlar gerçekten kaliteli insanlar yetiştirir, birçok sektöre maya çalarlar. Mesela diyeceksiniz. Mesela yangın önlemede dünya çapında bir otorite olan Macar Kont Odön Szeçheny (Seçini Paşa) karada ve denizde çalışabilen modern bir İtfaiye teşkilatı kurar, İstanbullular tulumbacı takımından kurtulurlar.

Savaş mı asla!
Ulu Hakan’a göre Osmanlılar savaşa bulaşmamalı, adam yetiştirmeye, müesseseler kurmaya bakmalıdırlar. Topraklarımız üstünde emeli olanları birbirlerine düşürüp aradan sıyrılmalı, hiç değilse şimdilik yara kaşımaktan kaçmalıdırlar.

Ancak Abdülhamid düşmanlığından başka malzemesi olmayan İttihatçılar tedbirli (onlara göre vehimli) Sultanı tahttan indirir, baskı, terör gibi gayrinizami yollarla kadrolaşırlar. Düşünün Resneli Niyazi gibi kanun tanımazlar “hürriyet kahramanlığına” soyunur, küçük rütbeli, büyük hırslı Enver, topladığı kabadayılarla Babıali’yi basar. Harbiye Nazırı Nâzım Paşa’yı öldürtüp yerine oturur, Sadrazam Kâmil Paşayı istifaya zorlar. Mahmûd Şevket Paşa başkanlığında bir kabîne kurdurur ve kendini üç günde “paşa” yapar.

İttihatçılar, kanı, kasveti, yıkımı, kısacası savaşı bilen güngörmüş subayları vazifeden uzaklaştırır, devletin akıbeti hakkında karar alacak mercilere çoluk çocuk doldururlar. İşte 6 asır hüküm süren koca imparatorluk o günlerde çatırdamaya başlar.

Devletin başındaki üç adamdan Cemal Paşa Fransız muhibidir, Suriye’de Araplara kan kusturur, açıktan açığa Ermenileri kollar. Posta memuru Talat ise mason olduğu için hızla yükselir, mensubu olduğu locadan gelecek emirleri uygulamaya bakar.

Hayal ve hata
Enver Bey’in vatanperverliğinden, milliyetçiliğinden kimse kuşku duymaz. Lakin fazlaca “hayal” kurar ve Almanlara güvenerek büyük bir “hata” yapar.

Düşünün silahlı kuvvetler adına çıkarılan harp mecmuasının bir sayfasına Sultan ve Şehzade Efendinin resimlerini koyar diğer sayfaya Alman ve Prusya İmparatoru 2. Wilhelm ile Avusturya Macaristan Kralı Fransuva Josef’in resimlerini çakar. Tabii ki Veliahd Prens ile Arşidük hazretlerinin suret-i şeriflerini de atlamaz. Aç sayfayı karşına Liman ve Goltz Paşalar çıkar.

LVS (Liman Von Sanders) süzme bir Prusyalıdır ve bugün Polonya sınırları içinde kalan Slupsk’da doğar (1855). O ve arkadaşları Hitler’in kısa pantolonla oynadığı yıllarda Nazi felsefesine zemin hazırlarlar. Bilirsiniz hedefleri olanlar ellerine ya kalem, ya silah alırlar. LVS ikincisini seçer 1874 yılında Essen Muhafız Birliğinde süvari subayı olarak kışlaya çıkar. Disiplinlidir, çalışkandır, haşmetli Kayzerine toz kondurmaz, bu yüzden hızla yükselir, omuzu apoletlerle dolar.

Hangi akla?
Berlin’de vazife yaptığı yıllarda Almanların tesirinde kalan Enver Paşa ordunun yeniden yapılandırılmasını çok arzular. II Wilhelm’den uzman isteyince VDG (Van der Goltz) ve LVS paşaları İstanbul’a (1913) yollarlar. İlim elbette müminin kaybolmuş malı gibidir, hikmet alacak olduktan sonra Çinli de olsa fark etmez ama adamı fevkalade salahiyetlerle donatırlar. Yetmez 1. Ferik (orgenaral) rütbesiyle YAŞ (Yüksek Askeri Şûra) üyeliğine atarlar. Gene olmaz Mareşal yapar, bir subayın çıkabileceği en yüksek mertebeye oturturlar. Düşünün LVS aldığını alır, sattığını satar, tayinler, terfiler onun elinden çıkar.

Bütün bunların bir izahı olabilir ama “18 Mart zaferini takiben” Çanakkale’de “tek yetkili” kılınınca subaylarımız “pes yani” derler, “bu kadar da olmaz!”

İTHAL KOMUTAN İŞBAŞINDA

Asrın başlarında Almanya güçlü bir sanayi ve baş edilmesi güç bir ordu kurar. Kayzer Wilhelm ufak ufak İngiltere’nin at oynattığı coğrafyaya sokulmaya başlar. Hansların gümbür gümbür gelişinden Fransızlar ve Ruslar da kaygı duyar ve bir cephe oluştururlar.

Cihan harbinin ayak sesleri duyulmalı olmuştur ama Abdülhamid Han herkese eşit mesafede durur, dengeleri titizlikle kollar. Ona göre Osmanlılar mümkün mertebe tarafsız kalmalı ve bu hengameyi zayiatsız atlatmalıdırlar.

Halk ve bürokratlar da bu kanaattedir, bu borç yüküyle ve mevcud sıkıntılarla yeni bir maceraya girmeyi mantıklı bulmazlar. Haddi zatında aydınlar arasındaki İngiliz ve Fransız hayranlarının sayısı Alman muhiblerine açık ara fark atar. Ancak yönetimi ele geçiren ittihatçılar kimin ne düşündüğüne bakmaz, kafalarına eseni yaparlar.

Türklerin Almanlardan beklediği hiçbir şey yoktur ama Almanlar Osmanlı’yı savaşa sokarak muharebeyi milyonlarca kilometrelik bir alana yayar, birebir hedef olmaktan kurtulurlar. İşte bu yüzden Limon Von Sanders ve Alman Büyükelçi Wangenheim tarihî bir görev yapar, Enver Paşa’nın ağzından girer burnundan çıkar gözünü boyamayı başarırlar.

Hayaller gerçek olsa
Enver Paşa Almanların zafer kazanacağından zerre kadar şüphe duymaz. Rusları dize getirince Asya’da ferman okutacak, Harezmşahların, Babürşahların, hükümran olduğu topraklara kadar uzanıp Asya’nın biricik hakimi olacaktır. Öyle ya, Selçukluların at koşturdukları bozkırlara uzansa ve Türk’ün kararan ufkundan yeni bir Alpaslan doğsa...

O günlerde milliyetçilik yükselen değerdir ve Turancılar çok prim yaparlar. İyi de devlet perişan haldedir, bürokrasi çürümüştür, askerlerimiz savaş yorgunudurlar. Bir zamanlar Avrupalıları dize getiren şanlı ordumuz küçücük Balkan ülkeleri önünde bozguna uğrar. Rumeli’de “yıkılmaz” denilen kalelerimiz elden çıkar.

Evet, orduyu modernleştirmek için Alman subaylardan yardım almak mantıklı olabilir ama Mareşal LVS’nin yaşı 60’ı aşar. Bu ihtiyar, bırakın ordu ıslah etmeyi, odasından çıkamaz. Postu, 1. Ordu karargâhına atar, idari işlerimize burnunu sokar.

Enver Paşa ayrı bir âlemdir, kimseye sormadan danışmadan gider Almanya ile bir işbirliği anlaşması imzalar. Şu işe bakın Abdülhamid Han kapatıldığı odadan tehlikeyi sezer, Enver Bey önüne dökülen istihbaratlara rağmen uyanamaz. Ulu Hakan kaybettiğimizi düşünmek bile istemez velev ki bu harp kazanılsa dahi Almanları başımızdan savmak kolay olmaz. Nitekim adamlar aynen İngilizler gibi Mezopotamya’daki petrol kaynaklarına sulanırlar. Orta Doğuda hangi taşı kaldırsan altında “Deutsche Bank” çıkar. İşin acı yanı bir Allah’ın kulu da Enver Paşa’nın karşısına çıkıp “sen ne yapıyorsun bilader, bizi savaşa sokmaya ne hakkın var” diye sormaz.

Hesapsız imza
Neyse olan olur ve bu ittifaka göre bir Alman-Rus savaşı çıkarsa (ki savaş zaten başlamıştır) Osmanlı devleti Almanya’nın yanında olacak “kayzer”in subayları komutayı ele alacaktırlar.

Düşünebiliyor musunuz, “iş olsun diye” anlaşma yapılır, Enver Paşa ne koyup, ne alacağını bilmez, attığı imzanın neye malolacağını hesaplayamaz. Nitekim Almanlar İstanbul’a çöreklenir ve kilit noktalara otururlar. Halbuki Sadrazam Sait Halim Paşa ile kabine üyelerinin çoğu (özellikle İngilizlerle ittifaktan yana olan Maliye Bakanı Cavit Bey) savaşı zamansız ve mânâsız bulurlar. Fransız dostu olarak tanınan Deniz Bakanı ve Türk Fransız Dostluk Cemiyeti Başkanı Cemal Paşa’nın ağzını bıçak açmaz.

Sonra o bildiğiniz vakalar... İngilizlerin önünden kaçan Yavuz ve Midilli... Karadeniz’de bombalanan limanlar... Haliyle ayaklanan Ruslar... Bu saldırılara sahip çıkan şaşkınlar... Ve Çanakkale’ye dayanan muazzam donanma...

Onbeşliler kıtaya
Evladlarımız İstanbul’u hedef alacak bir saldırıyı durdurabilmek için kışlalara koşarlar. Daha sakal tıraşı olmayan talebelerle sakalını dergahlarda ağartan dervişler gönüllü yazılırlar. Ağzı süt kokan çocuklar üniformalarını bile dolduramaz, yenlerini, paçalarını kıvırmak zorunda kalırlar. Yaşı henüz 17 olan delikanlılar (Rumi takvime göre on beşliler) cephelere koşar, ozanlar “Hey onbeşli onbeşli... Kızların gözü yaşlı” diye türkü yakarlar.

Bütün bunlara rağmen evladlarımız Esat Paşa komutasında 18 Mart Çanakkale Zaferine imza atarlar.

Müttefikler Boğazı denizden zorlamakla geçemeyeceklerini çok iyi anlar, tabyaları susturmak için “çıkarma” yapma kararı alırlar. Enver Paşa (niye öyle bir şeye gerek duyduysa) o güne kadar fevkalade başarılı bir yönetim sergileyen ve asker kaybetmemek için kılı kırk yaran Esat Paşa’yı vazifeden alır, yerine Anadolu çocuklarını on bin, on bin kırdıran gök gözlü Almanı atar...