Osmanlıcı Mimar LE CORBUSIER

|

Charles-Edouard Jeanneret, kısaca Le Corbusier 1887 yılında İsviçre’de (La Chaux de Fonds’da) doğar. Adamın Fransız asıllı olduğunu söylemeye herhalde lüzum yok, işi bilenler için mimar olduğunu belirtmek de tatsız kaçar.

Corbusier sadece bir mimar değil, dünya çapında bir şehir planlamacısıdır. Kitapları, teorileri, projeleri, eserleri ve kendine has bir üslubu vardır, inandıklarını heyecanla savunup taraftar toplar.

Dönelim başa. Henüz Dekoratif Sanatlar öğrencilerinden biriyken Prof. Charles L’Eplattenier tarafından keşfedilir. Hocaları onu mimari marifetlerini sergilemeye özendirir, elinden tutarlar.

Kısacası mektepli değildir, bildiğimiz mânâda mimarlık eğitimi almaz.

Çok gezen bilir
Corbusier, fakülte koridorlarına tıkılmak yerine, gezmeyi, dolaşmayı tercih eder, tarihî kentleri sokak sokak turlar. Eşiğinden çatısına kadar bina inceler, tek tek taş okumaya bakar. Günün akımlarından etkilense de geçmişten kopmaz, maziyle ati arasında “meyli tatlı bir köprü” kurar. Eh bu arada ünlü ustalardan hisse kapar ve mimari üzerine yazılmış ne bulursa toplar. Hasılı kendince bir arşiv kurar.

Alçak gönüllüdür lâkin mesleği mevzu bahis ise mütevazı olamaz, kendini Mısır Piramitlerini ve Babil Kulesini yapan efsane isimlerden hiç de aşağı bulmaz.

Kentleri insana benzetir, insan vücudundaki “altın nispetleri” tatbikin yollarını arar. Peşinden gelen mimarlar bu usulü geliştirir ve “Modular Oranlar Sistemini” oturturlar.

Le Corbusier, yapıyı vücuda oturtulmuş elbise gibi yorumlar, mimariyi süslemelerden arındırmaya bakar. Onun şehirleri “erkeksi”dir, binaları ona keza... Kadın modasındaki stilistik dekorlardan, kurdelelerden, büzgülerden, pililerden nefret eder, yapıda sadelik ve fonksiyon arar.

Hele Gotik mimariyi bayan şapkasındaki tüy gibi yorumlar ki, lüzumsuz teferruatlar canını sıkar. Onun tasarladığı koltuklar kanepeler de sert hatlarıyla öne çıkar.

Rüyalardaki şehir
Corbusier, Ekspresyonisttir (dışavurumcu), betonu tuğlayı heykeltıraş gibi kullanır ve çıplak bırakmaktan korkmaz.

Onun büyük şehirler (mesela Paris) için hazırladığı planın merkezinde her biri altmış katlı yirmi dört gökdelen (çok uluslu şirketler, ticaret merkezleri filan) göze batar. Bunları parklar, havuzlar çevreler, sonra lokantalar, tiyatrolar, mağazalar... Ve değişik hızda vasıtaları taşıyan üç katlı yollar...

Corbusier, mimarlığın soylu bir sanat olduğuna inanır, ışık oyunlarına kafa yorar. İşin matematiği ile uğraşıp ruhunu kaçıranlardan hoşlanmaz. Sadece şekil de kovalamaz her an değişebilen, esnek, kullanışlı binalar tasarlar, gereksiz ayrıntılara, masraflara, estetik kaygılara karşı çıkar. Zira fonksiyonellik estetiği de beraberinde getirir. Ona göre kullanılamayan çirkindir, kullanılan prim yapar.

Le Corbusier sosyalist ülkelerde insanların kutu kutu dairelerde sıkış tepiş yaşadıkları ve yüz kişinin bir tuvaleti paylaştığı yıllarda, kalabalık kaldıran ama ferah ve insani olan yapılar planlar.

Onun binaları sütunlar üzerinde yükselmeli, altında yeryüzü kesintisiz devam etmelidir. Teras da yeşillendirilmeli binaları gizlemelidir. Çizgi olarak yatay pencere şeritleri kâfidir, cephe ve plan değişebilmelidir. (Villa Savoy)

Evdeki hesap
Le Corbusier asansör kullanmaya bayılır, bu yüzden yerin metrelerce altına inmekten korkmaz. Garajlar kat kat altta olmalı, teraslar ise kameriyeler, fıskiyeler, çiçek tarhları, tenis kortlarıyla donanmalıdırlar. Lâkin zemine zinhar dokunmaz, onun sitelerinde insanlar evlerinden çıktılar mı parklar bahçeler arasında dolanmalıdırlar. Yollar yer altına indirildiği için ne cadde tanır, ne sokak. Ne trafik, ne korna siren sesi, ne polis, ne de lamba... Sadece kuşlar, kelebekler ve çocuklar...

Ünlü mimar gemilere ve uçaklara hayrandır, çizgileriyle onlara atıf yapar. Nitekim birçok araba üreticisi de (Mesela Chrysler) onun binalarından ilham alırlar.

Peki, dediklerini deneyebilir mi?
Evet, 2. Cihan Harbinden sonra Fransa’nın mesken açığına çare arayan yöneticiler ona danışırlar. İşte beklediği fırsat önüne gelmiştir, aklındaki siteleri uygulama fırsatı yakalar. “İdeal ev, içinde yaşanan makinedir” anlayışından hareketle sanayileşmeyi mimariye aksettirir. Büyük bir hevesle ortaya koyduğu Unite d’habitation (Marsilya Blokları) 337 daireden müteşekkildir ve 1600 kişiyi rahat kaldırır. Bakkal, kasap koridordadır, sokağa çıkmanıza gerek kalmaz. Damları da yeşillendirir ve park olarak hizmete sunar.

Gelgelelim Unite d’habitation sakinleri “yaşam makinesi” denilen ucubeden tez sıkılır ve zikrolunan blokları ‘La Maison du Fada’ (Deliler Evi) diye adlandırırlar.

Yine süsten püsten uzak dursun, yalın ve asil kalsın diye perde takılmasına izin vermediği öğrenci yurdu yazın fırına döner, kışın donar. Çocuklar camlara gazete kâğıdı yapıştırmak zorunda kalırlar. Bina amele pansiyonuna döner, eh bu haliyle göz okşamaz.

Çarşıya uymaz
İşin hoşça tarafı Le Corbusier yanlışta ısrar etmez “haklı olan mimar değil, hayattır” der ve hatasını tekrarlamaz. Modern mimarinin, çevreyi bayağılaştırdığı hakikatini erken yakalar.
İşte onu farklı yapan da budur, icabında seve seve geri adım atar...

OSMANLICI MİMAR

Avrupalı bir mimarın Paris, Marsilya, Berlin, Roma, Peşte, Viyana ve Prag’ı görmemesi olmaz, Corbusier dahasını da yapar, 1911 yılında Doğu gezisine çıkar...

Edirne ve Bursa’ya bayılır, İstanbul’a tutulmaktan kendini alamaz. Omzunda bir sırt çantası taşır, durup durup eskizler, krokiler karalar, yurduna dönünce bunları gazetelerde yayınlar, yetmez “La Vayoge d’Orient” adlı kitabına malzeme yapar.

O günden sonra, Üsküp, Saraybosna, Prizren, Gümülcine gibi Balkan şehirlerini dolaşır ve Türk evleri üzerine kafa yorar.

Derken İstanbul hasreti depreşir ve Eyyûb, Süleymaniye, Fatih, Üsküdar sokaklarını arşınlamaya başlar. Türklerin “Mösyö Karpuzuye” diye tanıdıkları dost mimar bıkıp usanmadan mahalle aralarında dolanır, evlerin, çeşmelerin, kabirlerin resmini yapar.

İnsanımızı da iyi tanır, öyle ki “İstanbul evleri ahşaptır, çatılarını da benzer kiremitlerle kaplarlar. Ahşap ‘ben de faniyim malım da fani’ diyen Türk insanının mizacına çok uyar. Ancak Osmanlılar vakıf eserlerinde (camilerde, medreselerde, hanlarda, hamamlarda) taştan taviz vermez, asırlara dayanacak binalar kurarlar” diyecek kadar...

Kubbedeki kübizm
Corbusier o günlerin “gözde” akımı kübizmi “göz ardı” etmez, camilere o zaviyeden bakar ve “gözden kaçan” incelikleri yakalar.

Yirmili yıllarda ortaya attığı “şekli saflık” kaidesine örnek olarak Bursa Yeşil Cami’yi gösterir, zikredilen eserin sadeliğinden, heybetinden, azametinden söz açar. Ona göre bir bina içiyle dışıyla ancak bu kadar uyumlu olabilir, geometrinin şiirleştirilmiş şekli dense yeri var.

Le Corbusier, 1911 yılında İstanbul’u kenar köşe gezer ve camilerimiz hakkında şu cümleleri yazar: “Kitlelerde elemanter geometrinin bir disiplini var. Kareler, küpler, küreler geçidi... Planda ise bir tek eksene uyarlanan bir dikdörtgen. İşte mimari! Biçimlerin melodisi!...

İstanbul biraz Eminönü, biraz da Fatih’tir. Sarayburnu’nda taçlanan Topkapı Sarayı biblo gibidir. Ayasofya, Sultanahmet, Süleymaniye, Nuruosmaniye, Fatih, Yavuz Selim ve Mihrimah Camii... Ardı ardına sıralanan tepeler, kubbeler... Tepeler, kubbeler...”

Le Corbusier not defterine çizdiği krokinin yanına kırmızı kalemle bir not düşer: “Plancılar, dikkat, silüet!”

La Corbusier, İstanbul’un kesinkes korunması gerektiğine inanır. Evet Sur içi, Eyyûb Sultan, Üsküdar, Beylerbeyi, Beykoz bakımsız ve dağınıktır ama ona göre güzellik de ordadır. Düşünün, ahşap evler arasına sağa sola yatmış mezar taşları, şirin bir mahalle mescidi, kuytuları yosun tutmuş bir şadırvan, yarı yıkık bir dergâh, bacası tütmese de kubbesi duran bir hamam, incir ağaçları, bostan kuyuları filan... Sonra ortalıkta dolanan kırmızısı solmuş, grimsi pembe olmuş antika bir tramvay... Çın çın çın... Çekilin yoldan...

Bırak dağınık kalsın, ki batılılar buna “Pitoresk” diyorlar.

Le Corbusier cumhuriyetin ilk yıllarında vazife yapan bürokratlardan çok korkar, zira devrimciler genellikle geçmişlerinden nefret eder, kıyıcı ve yıkıcı olurlar. Oturur, endişelerini bizzat Cumhurbaşkanına yazar.

Netice mi?
Maalesef.

Keşke yazmasaydım
Le Corbusier hatıralarında: “Eğer o mektup olmasaydı, bugün rakibim Prost’un yerine güzel İstanbul’un imarını ben planlıyor olacaktım. Bu mektupla inkilap yapmış bir milletin en inkilapçısına seslenmiş ve İstanbul’un tozuyla toprağıyla olduğu gibi bırakılmasını tavsiye etmiştim. Ne büyük hata yaptığımı sonradan anladım” diye yakınır.
Peki en büyük rakibim dediği “Henry Prost ne yapar? Bu mimar bozuntusunun sabıkası iki üç satıra sığmaz. Ancak şu kadarını hatırlatalım, Vatan, Millet ve Ordu caddelerini bahane edip yüzlerce mescid, medrese ve çeşmeyi yıkar. Okmeydanı’nı imara, Haliç’i sanayiye açar.)
Neyse... Le Corbusier 2. Cihan harbinin akabinden İzmir’e gelir ve şirin şehir için fevkalade projeler sunar. Alsancak’tan Karşıyaka’ya kadar göz okşayan mekanlar, oyun alanları, spor sahaları, albenili parklar... Ama olmaz, onu İzmir’e de yanaştırmazlar. Şu anda adı geçen bölgede pis fabrikalar uzanır ve şekilsiz gecekondular...
Le Corbusier son yıllarında kendisine basit bir tatil kulübesi yapar, oturup kitap yazar. Tek lüksü denize girmektir, ancak yorgun vücudu dalgalarla başa çıkamaz (Yıl:1952. Yaş: 90)

>>> Ayinesi iştir kişinin
Corbusier’nin Salon d’Automne’da açtığı sergiler alışıldık şeyler değildir, çok tartışılır. Cenevre Milletler Cemiyeti Sarayı için sunduğu proje elenirse de iz bırakır. Sırf bu yüzden avangard mimarlık değerlerini savunan Çağdaş Mimarlık Kongresinin Fransa sekreterliğini üstlenir ve rakipleriyle mücadeleye başlar. Yetmez L’Esprit Nouveau adlı bir sanat dergisi yayınlar.
Çıkardığı eserler öğrencilerin başucu kitabı olur, özellikle “Bir Mimarlığa Doğru” uluslararası çapta yankı bulur. Le Corbusier Sanayi Devrimi sonrası geçiş dönemi yaşayan ülkelere yeni bir mimarlığın doğduğunu fısıldar, ki dili coşkulu, hatta kışkırtıcıdır. Sadece mimarlara değil herkese seslenir, kolay anlaşılır.
Centrosoyuz-Moskova (1928), Villa Savoye-Poissy (1929), Citrohan evi, İsviçre Pavyonu-Paris (1932), Marsilya Toplu Konutları (1952), Amerika’daki Carpenter Center, Chandigarh Eyalet Meclisi (Hindistan) cesur ve farklı tasarımlardır.
Le Corbusier bir mimarlar arenası olan New York’u hiç beğenmez. Ancak Manhattan’ı New Jersey’e bağlayan George Washington Köprüsünü (1931) ayrı tutar. Fikrini “bu berbat şehirde takdir edilecek tek şey” diye açıklar.
Ünlü mimarımız Sedat Hakkı Eldem de Le Corbusier’nin izinden gider, Maçka’daki Firdevs Hanım Evi’nde (1934), Yalova’daki Termal Otel’de (1934-37) ve Ankara’daki Gümrük ve Tekel Müdürlüğü’nde (1937-38) ustasının tesirinde kaldığını saklamaz.