Kovulan Dost ZONARO PAŞA

|

Abdülhamid Han, Fausto Zonaro’yu sık sık sarayına çağırır, ondan İstanbul’un fethi, Yeniçerinin İstanbul’a girişi, Preveze Deniz Zaferi, Dömeke Muharebesi gibi konuları çizmesini ister. Sultan o eşsiz tarih bilgisi ile sahneyi canlandırır, oturup taslak üzerinde mütalaalarda bulunurlar. Zonaro bunları beklenenden de canlı çizer ve kendinden de çok şey katar.

Abdülhamid Han resimleri görünce çok hislenir onu “Paşa” payesiyle mükafatlandırır. Göğsüne Mecidi nişanını iliştirince Zonaro da seve seve şapkasını çıkarır, Osmanlı gibi fes takar. “Ressam-ı hazret-i Şehriyari” Batı çizgilerinde ustadır ama Doğuya has motiflerde de zorlanmaz. Hele insan tiplemelerinde çok başarılıdır ancak Türk hanımları ile görüşemediği için kadın resimleri biraz Avrupayi olur, daha ziyade İtalyanları andırırlar.

Zonaro canı gibi sevdiği Sultanın resmini yapmayı çok arzular ama Abdülhamid Han buna kibarca karşı çıkar. Gerçi o bu tabloyu eninde sonunda yapacaktır. Zira Sultanın simasını kafasına yerleştirmiş ve fırsatını kollamaktadır. Yıldız sarayını resimlediği günlerde Şehzade Abdülmecid ve Burhaneddin Efendi ile dostluklar kurar hem muhabbet eder, hem neşeyle çalışırlar.

Zonaro bir öncü olur, Şeker Ahmed Paşa, Tevfik Paşa ve Osman Hamdi Beyi çok etkiler, Celal Esad Arseven, R. Saffet Atabinen, Mihri Müşvik ve Celile Hanım (Nazım Hikmet’in annesi) ondan çok şey kaparlar.

Bu arada eşi Elisa da fotoğraf çeker, unutulmaz İstanbul manzaralarını dondurup ele geçmez bir arşiv yapar.

İşte size tanıtım...
Zonaro, Türkçe öğrendikçe Osmanlının hayatına girer, kâh Boğaz ve Kâğıthane eğlencelerini çizer, kâh tezgâhını pazarlara, kıraathanelere, kurar. Ona göre Mevlevi dervişleri, tulumbacılar, bayram yerleri, balıkçılar, arzuhalciler, nargile tiryakileri kaçırılacak enstantaneler değildir ve hiçbirini de kaçırmaz.

Bu çalışmalar sadace İstanbul’da değil Avrupa’da da ses getirir... Özellikle Fransızlar, “Sultanın büyük ressamını” dikkatla takip eder Figaro’ya kapak yaparlar. Abdülhamid Han nicedir böyle bir tanıtımı düşünmüş hatta bu iş için ciddi paralar sarfetmeyi göze almıştır, ancak Zonaro ona tek kuruş harcatmadan mükemmel bir tanıtım yapar.

O yıllarda Avrupa’nın iki devi İngiltere ve Almanya hızla sanayileşir ve büyük bir rekabet içine girerler. Onları bir at boyu geriden Fransızlar ve İtalyanlar izler. Abdülhamid Han, İmparatorluğun önünde zor virajlar olduğunun farkındadır. Bunun için ne yapıp yapmalı savaştan kaçmalı ve büyük bir hızla çağın bilgileriyle mücehhez mühendisleri, kimyagerleri, hekimleri, baytarları yetiştirmeye bakmalıdır.

Kim gerici, kim kızıl?
Ancak gözünü hırs bürümüş birkaç Kayzer hayranı 2. Abdülhamid gibi bir sultanı tahttan indirir ve 23 Nisan çocuklarının neşesi ile koltuklara otururlar. Bunlar hayalci ve maceracıdırlar, sırf Almanları korumak ve kollamak uğruna ülkeyi apar topar harbe sokar, başımıza akılla mantıkla izah edilemeyecek gaileler açarlar.

Abdülhamid Hana; baskıcı, kızıl diye haykıran avanaklar mangası Zonaro gibi bir ustayı görülmemiş bir şekilde taciz eder, maaşını kesip, evinden atarlar. Zonaro artık şehrin yerlisidir ve ev bulmakta zorlanmaz. Ancak Tanzimatçıların tavrı edeble nezaketle bağdaşmaz. Usta Ressam “nereye gidiyoruz” diye sorular yağdıran çocuklarını kucaklar ve iki fayton yükü eşya ile köhne bir ahşabın kapısını aralar. Elindeki 300 tabloyu da haraç mezat satar ve inatla bu rüya şehirde yaşamaya bakar. Yeni şartlara da göğüs germeye razıdır ama baskılar gitgide artar, hangi taşı kaldırsa karşısına bir Tanzimatçı çıkar. Tek çare kalır; ayrılmak... Gemi limandan açılırken karı koca başlarını birbirlerinin omuzlarına dayar ve sesli sesli hıçkırırlar.

Zonaro gibi bir sanatkâra bütün dünya kapılarını açar ama ihtiyar usta memleketine (San Remo’ya) yerleşir. İstanbul’u hasretle, sultanları hürmetle anar. Hatta çok yaşlı ve hasta olmasına rağmen (çocuklarının kollarında ayaklarını sürüye sürüye) Vahdeddin Hanın cenazesine katılır aileden biri gibi ağlar.

Zonaro en az bir 300 tablo daha yapmayı ve İstanbul serisini tamamlamayı çok arzular. Bu yüzden hep Dersaadet’e döneceği günlerin hayali ile yaşar. Ama bir daha ne Abdülhamid gibi hâmi gelir, ne de onu Asitane’ye çağırırlar...