Sivri Dilli Edip Süleyman Nazİf

|

1869 Diyarbakır doğumlu Süleyman Nazif, Said Paşa gibi bir şâir ve târihçinin oğludur, gözünü kitaplar arasında açar. Maraş’ta, Diyarbakır’da Mardin’de okur. Farsça’yı babasından, Arapça’yı Muş Müftüsü Emin Efendi’den öğrenir, yetmez Aleksandır Gregoryan isimli bir Ermeni ile Fransızca çalışırlar.

Neticede “paşazade”dir, devlet kapısında iş bulmakta zorlanmaz. Diyarbakır Vilâyet Kâtipliği, Matbaa Müdürlüğü yapar, derken Vilâyet Gazetesinde köşe yazmaya başlar. Nesirde Namık Kemal’i, şiirde Sully Prudhomme’ı beğenir, taklitten de kaçınmaz.

Küçük kardeşi Faik Ali Ozansoy da şairdir, bir rivayete göre Cahit Sıtkı Tarancı ve Ziya Gökalp ile teyze çocukları olurlar.

1869 yılında Ermeni meselesini tetkik için Diyarbakır’a gelen Abdullah Paşa’yla bir Musul seyahati yapar. Paşa bu kabiliyetli genci bir yere yazar ve İstanbul’da yer ayarlar.

Nazif asabi gençtir, lafın nereye gideceğine bakmaz. Sultan Abdülhamîd Han aleyhinde atar, tutar, sıkışınca Paris’e kaçar. Avrupa’dan (Meşveret Gazetesi vasıtasıyla), Ulu Hakan’a verir veriştirir, alkışlayanı bol olunca masaları yumruklar.

Tekrar yurda döner, bir süre Bursa’da vilâyet mektupçuluğu ile iştigal ettikten sonra İstanbul’da Ebuzziya Tevfik ile, “Yeni Tasvir-i Efkâr”ı çıkarırlar. Ancak gelir gider dengesini sağlayamaz, gazeteyi batırırlar.

Bağdat’a vali
Meşrutiyet S. Nazif’in önünü açar. Onu rüyasında göremeyeceği koltuklara oturtur, Basra, Kastamonu, Musul, Trabzon ve Bağdat’a vali yaparlar. Gel gelelim işin hakkını veremediğini kabul eder, döner dolaşır yazarlıkta karar kılar.

Servet-i fünuncudur, “sanat sanat içindir” der ve gereğini yapar. Okuyucularına heyecan verdiğinde herkes hemfikirdir ancak bir dediği diğerine uymaz.

Düşünün yıllarca Abdülhamid Hana hakaretler yağdıran şair bir bakarsınız, aşağıdaki satırlara imza atar.
“Pâdişâhım gelmemişken yâda biz
İşte geldik senden istimdâda biz
Öldürürler başlasak feryâda biz
Hasret olduk eski istibdâda biz!”
Abdullah Cevdet, Diyarbakırlı Said Paşa’nın Kürt olduğunu ileri sürünce Süleyman Nazif çok kızar, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde “Benim anam, babam, yedi sülalem Türk’tür!” yazar.

Türk olup olmadığını bilmiyoruz, lâkin Türkçeyi sever ve hatasız kullanmaya çabalar. Öyle ki kendini düelloya davet eden bir gence, “teklifine gülüyorum, ancak mektubunda affedilmeyecek imla hataları yapmışsın, o an elime geçsen seni öldürebilirdim” diyecek kadar.

S. Nazif “Arı Türkçe”yi kuru, kısır ve lüzumsuz bulur, Osmanlıca’yı korur kollar. Öyle ya, asırların birikimi bir çırpıda silinip atılamaz.

İçi dışındadır, açıktan açığa ve göğsünü gere gere “ümmetçi” olduğunu söyler, Pakistanlı bir abidi, günahkâr Türk’ün önünde tutar.

Bir de bakarsınız “Irkına, vatanına, tarihine ihanet edenleri unutma Türk oğlu!” diye haykırır, “unutma ve affetme!”

İttihatcılar için “Türk’ün kontrolsüz enerjisi” tabirini kullansa da kendi enerjisini de zapt altında tutamaz.
İstanbul işgal edilince, Hâdisât Gazetesi’nde neşrettiği “Kara Bir Gün” adlı makâlesi ile işgâl kuvvetlerine çatar.

“Fransız generalinin dün şehrimize gelişi dolayısıyla bir kısım vatandaşlarımız tarafından yapılan gösteriler, Türk’ün ve İslam’ın kalbinde ilelebed kanayacak bir yara açtı. Aradan asırlar geçse de bu acıyı hissedecek ve bu hüznü nesilden nesile miras olarak terkedeceğiz. Alman orduları 1871 senesinde Paris’e girip Napolyon’un zafer takının altından geçerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti.
Millî varlıklarının ve dillerinin devamını bizim alîcenaplığımıza borçlu olan bir kısım halkın şamatasıyla bu aziz matemimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. ‘’Buna müstehak değildik’’ diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felâkete düşmezdik. Her milletin hayat sayfalarında birçok talihler ve bahtsızlıklar vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva’yı Şarlken’in zindanından kurtarmış ve koca Viyana şehrini defalarca kuşatmış bir ümmetin kader defterinde böyle bir kederli satır gizli imiş. Araplar’ın güzel bir sözü var: “Isbır feinne’d-dehre lâ yesbır” (Sen sabret, çünki zaman sabretmez)”General Franchet d’Esperey çılgına döner, hele 1871 Alman işgalinin hatırlatılmasından hiç hoşlanmaz.

Süleyman Nazif kurşuna dizilmekten güç bela kurtulursa da 23 Ocak 1920 günü Pierre Loti’yi anma toplantısında yaptığı konuşma ile bu kez İngilizler’in damarına basar. Onu apar topar Malta sürgününe yollarlar.

Doğrusunu isterseniz adada pek sıkıntı çekmezler. Deniz, güneş, kum, kumanya... Bol meyve, bol sebze, balık hakeza. İş isteyen yoktur, aş isteyen yoktur, oturup kitaplarını yazar.

Zindan lafta
Her ne kadar söze “Malta Zindanları” diye başlansa da kaldıkları daire temizdir, bonyosu helası vardır, suyu akar. Karyola ve yatak takımı verilir, çamaşırlarını yıkarlar. Civarda renk renk kır çiçekleri açar, koyunlar otlar. Ah bir de vatan hasreti olmasa... Vatan hasreti... O zamanki deyimiyle “Daussıla!”
‘’Kimsesiz, sıtmalı, hicranlı, tükenmez geceler
Ne kadar gözyaşı döktüm, bunu yıldızlara sor’’ (“Malta Geceleri” adlı kitabından)
Malta’dan dönenlerden bazıları (Hüseyin Cahit Yalçın, Şükrü Bey, İsmail Canbulat, Kara Kemal Bey, Rauf Orbay, Ali Fethi Bey) kuvayı milliyecilere yaranamazlar, bu dönemde S. Nazif, Vahideddin Han’a çok hücum eder, haliyle prim yapar.

İlahiyatçı değildir ama dini konuları kimseye bırakmaz. Gereksiz yere ulema ile takışır, mesela İskilipli Atıf Efendiyi çok üzer ve yorar. Belki de Atıf Efendi’yi bu yüzden yargılarlar.

Değişik bahanelerle Avrupalılara saldırırsa da Avrupalılar gibi giyinir. Kolalı gömlekler, melon şapkalar...
4 Şubat 1927’de zatürreden ölür onu Mehmet Akif’in yanı başında toprağa bırakırlar...