MIGUEL DE SAAVEDRA CERVANTES

|

Bundan yaklaşık 450 yıl önce, İspanya’nın Alcala de Heneras kasabasında, yoksul bir sağlık memurunun (Rodrigo) yedi çocuğundan biri olarak doğan Miguel De Cervantes doğru dürüst eğitim alamaz. Zira babası ödeyemediği borçlar yüzünden hapse girip çıkan çulsuzun tekidir, çocuklarının tahsiliyle filan uğraşamaz.

Küçük yaşlardan itibaren şiire ve oyunculuğa merak salan Miguel kendi çalar, kendi oynar, birilerinin kabiliyetini keşfetmesi için çok bekler ama elinden tutan olmaz.. Yine de iyi kötü okuma yazma öğrenir ve kapağı devlet kapısına atar.

Cervantes vergi memuru olarak çalıştığı yıllarda sıkça hesap hatası yapar ve başına iş açar. Bir başka rivayete göre “kız meselesi” yüzünden dövüştüğü asilzadeyi yaralayınca Kralın gazabına uğrar. Böyle bir suçun cezası açıktır, soyluyu hangi eliyle yaraladıysa onu koparmalı ve derhal sınırdışı yapmalıdırlar.

Şair Firarda
Cervantes “Kral için can feda” deyip kolunu uzatmaz, bir fırsatını bulup İtalya’ya kaçar. Onun gibi meteliksizlerin İtalya’da yapacağı tek iş vardır: “Silah kuşanmak!” Nitekim Cervantes de gider kışlanın kapısını çalar. Kardinal Guilio Acquaviva bu fukara İspanyol’u şüphe ile karşılar. İlk sorusu “soyunda Yahudi ya da Mağripli bulunmadığını nerden bilelim” olur ve onun safkan bir Katolik olduğuna asla inanmaz. (Kafatasçı bunlar).

2. Selim Han Kıbrıs’ı alınca Papa V. Pius ortalığı yıkar. Salya sümük attığı nutuklarla derme çatma bir ordu kurar. Cervantes gibi sefillerin sırtına zırh geçirir, eline kılıç tutuştururlar. Zavallıyı “Marquesa” adlı bir kalyona atar, leventlerin karşısına çıkarırlar. Cervantes, İnebahtı deniz savaşında sol kolunu kaybeder, yetmez Türkler göğsünde para gibi, para gibi “iki delik” açarlar. Neyse onu Messina Hastanesine atar, “on bin km bakımı gibi” yağlar, paklar, silbaştan deryaya salarlar. Beş yıla yakın Akdeniz’de dolanan Cervantes, “El Manco Lepanto” (İnebahtı çolağı) lâkabıyla ün yapar. Navarin’de, Tunus’ta ve Halk el Uvet’te savaşmakla kalmaz, Müslüman tacirlerine sataşır, sahil köylerini yağmalar. Lâkin gün gelir döktüğü kanlardan iğrenir, zırhından, kılıcından ve donanmadan sıkılmaya başlar.

O mektup olmasa
Nitekim “bir başka vazifeye atanması için” Napoli Valisi Don Juan’dan tavsiye mektubu almayı başarır, ancak İspanya’ya dönmek için bindiği kadırga Marsilya açıklarında Cezayirli Türklere çarpar (1575). Amcamlar kolsuz kahramanı esir eder, üstünü başını ararlar. İşe bakın Cervantes’e yeni bir hayat vaad eden mektup başına en püsküllüsünden dert açar. Öyle ya ona bir vali kefil olduysa “para edecek” demektir, Cervantes’i fidyesi istenecekler arasına katarlar. Türkler esirlerini hoş tutar, aç, suzuz bırakmaz ve asla hırpalamazlar. 5 yıl kadar Deli Memi adlı bir Arnavut’un hizmetçiliğini yapan yazarımızın rahatı iyidir ama... Ama kaçmaya kalkınca, prangaya vurulur, kürek çekerek adalelerini güçlendirme fırsatı yakalar. İstanbul’a yollandığı ve Kılıç Ali Paşa Camii’nin inşaatında çalıştırıldığı söylenirse de kendisi bu konuda bir şey yazmaz.

Neyse eş, dost ve akrabaları bir araya gelip 500 Eskuda (İspanyol altını) tutan fidyesini öderler de hürriyeti yudumlar.

İspanya’ya dönen mağlup ama mağrur silahşör “tecrübelerimden istifade edin, bu birikim zayi olmasın” deyip yine devletlülerin kapısını çalar. Gel gelelim ona kuryelik gibi basit bir işi lâyık bulurlar.

Hayaller gerçek olsa
Cervantes bakar olacak gibi değil bir kenara çekilip tiyatro oyunları yazmaya başlar. “El trato de Argel”, “La Numanica” ve “La Galatea” ile parayı bulmakta zorlanmaz. Şimdi evlenip barklanmalı, şirin, sevimli ve pembe panjurlu bir ev yaptırmalıdır. Kahvesi, kayıntısı önüne konmalı ve o daha fazla yazmalıdır. Çolak şairimiz Salvador Dali gibi uçları yerçekimine direnen sivri bir bıyık bırakır, yakası dantelalı kostümü ile maça yapar. Nitekim Esquivias köyünden Sinyorita Catalina (18 yaşında bir manita) ile yuvasını kurar ve La Manoha’ya taşınırlar. Ancak yaşı kırkı aşan Cervantes genç dilberle aşık atamaz. Evlilik onu sadece üzer ve yorar, çok istediği halde çocuğu olmayınca hepten tadı kaçar, şeker hastalığı ile uğraşmaya başlar.

Hepsi bir yana kafasındaki hikayeleri kağıda geçirebilmek için zaman ve fırsat bulamaz. Hazıra dağ dayanmaz derler ya bir süre sonra meteliğe kurşun atar. Karısının isteklerini karşılayabilmek için tekrar memuriyet talep eder, şanlı mazisini (!) dikkate alan komutanlar onu donanma ambarına katip yaparlar. Lâkin aklı romanlarında olduğu için hesapları dağıtınca (bir başka rivayete göre zaten tırtıkçının tekidir, zimmetindeki mallara kalk gidelim diye fısıldayınca) yargıç karşısına çıkar. Adamlar “vay ben ediptim, şairdim” dinlemez, Miguel’i yaka paça içeri tıkarlar.

Mapus damlarında
Bakın şu işe ki, Cervantes dışarıda bulamadığı zamanı delikte bulur. Yarıaçık Sevilla Cezaevi’nde “koğuş ağalığı” yaparken kalemine vakit ayırmak gibi bir lüksü olur, yazar da yazar... Yırtar yırtar bi daha yazar.

Dışarı çıkınca Valladcid şehrini mekân tutar, ancak önce anasını sonra babasını kaybeder ve karısı ile yollarını ayırırlar. Eh bu kadar acı adamı zaten şair yapar. Katıldığı şiir yarışmasında, finale oynar ve gümüş kaşık ödülünü kenara koyar.

Ama o hâlâ kaşığını dolduracak aştan mahrumdur. Madrit’e gidip Lemos Kontu’nun himayesine girer de azıcık karnı doyar.

Ahir ömrü asaletmeaplara methiye yazmakla geçen Cervantes Shakespeare ile aynı gün (Nisan 1666) gözlerini yumar.