Hindistan’ın Kâbusu EKBER ŞAH

|

Meğer dua isteyenlere “hayırlısı olsun” diyenler ne kadar doğru yapıyorlarmış. Mal, mülk, evlat, sıhhat elbette arzulanan şeyler ama hayırlıysa...

Sevenleri Ekber Şah için de saltanat, şöhret, asker, zafer diler, “rüşd, hidayet, istikamet” kelimelerini akıllarına getirmezler.

Nitekim Ekber Şah da henüz 14’ündeyken tahta geçer ve işleri rast gider. Önce Delhi, Agra civarındaki irili ufaklı devletçikleri ezer, sonra Kabil, Keşmir, Ecmir, Sind, Bengal ve Kandehar’ı elde eder.

Savaşacak düşman kalmayınca dünyadan kâm almaya bakar, Agra yakınlarında şahsına özel bir şehir (Fatehpur Sikri) kurar. Havuzlar, bahçeler, saraylar yaptırır, beş bin kadınla çılgınca yaşar. Gelgelelim bir tane bile çocuğu olmaz. Halkın diline düşünce hem kadınlarına hem halka zulmetmeye başlar. Ahali gidip Şeyh Selim Çeştî hazretlerinden dua isterler. Allah (Celle celalüh) ona üç oğul verir de millet nefes almaya başlar.

Ekber Şah okuyamaz yazamaz, bazen cahil cahil konuşup can sıkar. Buna rağmen 49 yıl saltanat sürer ve güçlü bir teşkilat kurar. Memurlara kademe mertebe getirir, askeri ayırır, subayları rütbelendirir. İşin zor yanı hepsine de maaş verir.

Kime benzersen...
Ekber Şah’ın kadınlara karşı zaafı vardır, özellikle Hint dilberlerine dayanamaz. Sarayda Hinduların ağırlığı artar, putperestler aşikare cirit atmaya başlarlar. Esmer yosmalar süslenip püslenip piyasa yapmakla kalmaz, devlet işlerine de el atar, köşe başlarını tutarlar. Asırlardır Hindistan’da ferman okutan Türkler kaale alınmazlar. Müslümanlar izlenir, fişlenir ve devlet kademelerinden tek tek uzaklaştırılırlar.

Ekber Şah birkaç gök gözlü sarışın uğruna İngilizleri Hindistan’a musallat eder. Britanyalılar özellikle Kalküta’dan mülk alır, kendilerine bahşolunan imtiyazları dolu dolu kullanırlar. Ekber şah sömürgecilerin sırıtan yüzüne aldanır, onlara karşı hiçbir tedbir almaz.

Hani “inandığı gibi yaşamayan yaşadığı gibi inanır” derler ya, Ekber de dini hayatı da tanzime kalkar, yörede ne kadar din ve mezhep varsa (Hinduizm, Budizm, Hıristiyanlık, Zerdüşt) hepsinden biraz alır ve bir çorba yapar. Müslüman menşeli olduğu için kendisi yeter İslamiyetten ayrıca bir şey almaya gerek duymaz. Bu uyduruk dine Din-i hak ya da Din-i ilâhi adını koyar. (Sırf bu yüzden bazıları Ekber Şah’ın laikliğinden dem vururlar)

Din-i İlahide abdest, namaz yoktur, sadaka, zekat tanımazlar. Mecusi gibi ateşe eğilir, Nasara gibi istavroz çıkarırlar. Hindu gibi nehirlerde yıkanır, tenasühe inanırlar. Faiz yer, alkol alır, çalar oynar, ne melanet varsa yaparlar. Koca koca adamlar kadınlar gibi ziynet takar, allı morlu ipekliler kuşanırlar. Merasimlerde Hinduvari motifler öne çıkar. Bayağı işleri yapan hizmetçilere “Ahmed, Muhammed” gibi isimler takar, onları azarlamaktan büyük keyif alırlar.

Kasvetli yıllar...
Ekber Şah’ın fetvacıbaşısı Ebu’l Fadl süzme bir sahtekârdır. Hükümdarın çocukça hareketlerini “kutsallık” olarak yorumlar. Uğruna kasideler yazar, yere göğe sığdıramaz. Ekber Şah’ı “Sicil” adını verdiği bir lâyiha ile masum ilân eder, ona dilediğini yapabilme ve kural koyabilme hakkını bağışlar. “İlâhî Takvim” diye bir takvim düzenler, Ekber’in tahta geçtiği günü milad ilan eder. Paraların üzerinde “Allahuekber” lafzını bastırır ama yalakaları haşa haşa “Allah Ekber” diye okurlar. Ekber de havalara girer, kendini Allah’ın vekili sanmaya başlar. Hasılı Çılaları (Din-i ilahi mensubları) korur kollar, Müslümanlara kan kustururlar.

Böyle bir hengamede ne kadar bid’at yayıldığını düşünebiliyor musunuz? İşte İmam-ı Rabbani Hazretleri bid’at ve küfür karanlığını def edebilmek için çok çalışır, insanları Sahabe-i kiram ve Ehli beyt gibi inanmaya (ehli sünnete) çağırırlar..

Ekber Şah bütün çabalarına rağmen dinini yayamayınca ûlemaya savaş açar. Öylesi bin yılda bir gelen İmam-ı Rabbani gibi zirveyi zindanlara tıkar.

Ölümü hissedince...
Halbuki bu büyükler kınından çekilmiş kılıç gibidirler ve onlara sataşan iflah olmaz. Önce Fatehpur Sikri’nin su kaynakları kurur, rüya kenti çöle döner (ki hâlâ metruk ve perişandır). Ardından evladları ayaklanır, ona baş kaldırırlar. Hele fetvacıbaşısı öldürünce tutunacak dalı kalmaz. İşte tam o günlerde dizanteriye yakalanmasın mı? Yediğini çıkarır, dal gibi incelip sürünmeye başlar. Ağzı dili kurur, kafatası çukurlanır, gözleri içine kaçar. Bir zamanlar onbinlerin secde ettiği adam cesed gibi yatar, yanına yaklaşılamayacak kadar fena kokar. Saltanatından, kadınlarından, parasından iğrenir ve “ben niye basit bir çiftçi olmadım ki” demeye başlar. Ekber Şah, “Din-i İlahi”nin nasıl bir sapıklık olduğunu herkesten iyi bilir. Öleceğini hissedince yine döner İslâma gelir. Bu adamın sonunu bilmiyoruz, hoş, hüküm vermemiz de gerekmiyor. Ancak cenazesi camiden kalkar ve onu İslami usullere göre toprağa bırakırlar. (1605)

Mevzu yarım kalmasın diye anlatalım Ekber’den sonra yerine oğlu Cihangir Şah geçer. Bu çocuk İmam-ı Rabbani Hazretlerine talebe olur, büyük velinin dediklerini yapar. Halkın inanç ve ibadetlerine karışan hurafeleri, bid’atları ve felsefî gevezelikleri bir bir ayıklar, cahiliye izlerini kazırlar...