"Mösyö Kâşif” ya da LOUIS PASTEUR

|

Louis 1822 yılında Dole adlı bir taşra kasabasında doğar. Doğrusunu isterseniz başarılı bir talebe değildir, matematikten, hele Latinceden hiç hoşlanmaz. Ya balık tutmaya kaçar, ya resim karalar. Hele kimyası berbattır, orta alıncaya kadar göbeği çatlar. Ama tabakhane işleten ailesi onu okutmakta kararlıdır, ittire kaktıra (16 yaşında) Paris’e yollarlar. Ardından Besançon’daki Kraliyet Akademisine girer ve kör topal diploma alıp, muallimliğine başlar.

Pasteur ev kedisinin tekidir, akranları kalabalık caddelerde piyasa yaparken o tavan arasına çekilir, ölçer, biçer, tartar. Bazları, tuzları birbirine katar. Bir ara paratartarik asit üzerinde çalışırken değişik kristallerin polarize ışığı ters yönde çevirdiğini (asimetrik ayırma) bulur. Ama iki farklı kristalden eşit miktarda koyarsanız çevrim sıfırlanır. Neyse mevzuyu detaya boğmayalım, sizin anlayacağınız kimyacılar için büyük ufuklar açar, ilmi çevreler Pasteur’ü yere göğe sığdıramaz olurlar. Ancak delikanlı sevinemez bile, zira o günlerde annesini kaybetmenin acısını yaşar. Hani derler ya, bazen şer görünenden hayır doğar, yalnız kalan Pasteur kendini laboratuvara kapar, keşiflerini peş peşe sıralamaya başlar.

Pastörizasyon
Bilirsiniz Fransızlar şarap işini ciddiye alırlar. Ancak mayalanan şeker bazen kontrolden çıkar, ekşir, köpürür, kararır ve ortaya pis kokulu maddeler çıkar.

Pasteur mayanın sanıldığı gibi bir katalizör olmadığını, şekerli gıdayı fermente ettiğini ortaya koyar. Açıkçası bu maya denen şey “mikrobun ta kendisidir” ve her mayada ayrı bir mikrop grubu rol oynar. Kimi oksijen sever, kimisi havasız yer arar. Bu mikroplar ortamını buldular mı hızla ürer, şekeri alkole, alkolü asetik aside çevirirler. Hasılı şaraplaşan şırada fermentasyon durmazsa kokudan yanına varılmaz. İşte Pasteur burada bir hinlik düşünür, işi biten mikropları bitirmeyi dener. Bunun için 60 ila 100 derece arasında bir sıcaklık yeter, ki zikredilen usule “Pastörizasyon” derler.

Aynı noktadan hareketle sütü de mikroplardan arındırmak mümkündür, yine şeker fabrikaları fermentasyondan korunarak ürünlerin ekşimesine mani olurlar. Bir başka cepheden bakarsak mikropları disipline etmek de kabildir, böylece peynircilikte standart oturturlar.

Hasılı adam bir başına gıda sanayiinde çığır açar.

Sıra aşıda
1868 yılında ipek böceklerine bir haller olur, kozacılar yıkılır, dokumacılar ip bulamaz olurlar. Fransa ekonomisi ciddi bir sarsıntı yaşar. Pasteur hastalık etkeni olan iki farklı basili (karataban ile sütleğen) tespit etmeyi başarır ve bunlardan korunmanın yollarını açıklar. Böylece “antisepsi” diye bir dalın kapısını aralar.

Derken şarbon vakaları dört ayaklı hayvanları, tavuk kolerası ise kümesteki mahlukatı kırıp dökmeye başlar. Gelip yine Pasteur’ün kapısını çalarlar. Pasteur bu hastalıklara da mikropların sebep olduğundan adı gibi emindir ve tespitte zorlanmaz. Şimdi iş bunlarla mücadeleye gelir. Mikropların zayıflatılmış bir kültürünü üretir ve hayvanlara şırınga eder. Güçsüz bakterilere karşı zafer kazanan vücut, güçlülerini de yener, işte bu usule “aşı” derler.

Yine o günlerde kuduz vakalarına sıkça rastlanır, milletin kediden köpekten ödü kopar. Pasteur çok çalışır, mikroskopla dahi görülemeyen kuduz virüsünü yakalar (1882) ve aşısını yapar. Hayatından ümit kesilen 9 yaşında bir çocuğun kurtuluşuna vesile olur ve bir çığır daha açar.

Evrim virüsü!
İlk Çağlı filozoflar kurbağaların çamurdan, bitin kirden, güvenin tahtadan, kobraların Nil suyundan oluştuğunu sanırlar. Onlara göre açıkta bırakılan bal sinek, et kurt yapar.

Yaradılışı inkâr gayesiyle yola çıkan Darwin bu köhne nazariyeye sazan gibi atlar. Onun hempaları bunu bir deneyle ispatlamaya kalkar, kirli bir gömleğin içine buğday bırakır ve etrafta fare bulurlar. Gömlekten fare çıkarmak, şapkadan tavşan çıkarmaya benzer ama küfrü inadiler mal bulmuş gibi savunurlar.

İşte tam burada Pasteur devreye girer ve kurtlanan ete, sineklerin yumurtladığını ispatlar. Mikroplardan arındırılan bir gıda bozulmaz, kurbağa çamurdan, güve tahtadan değil, alayı yumurtadan çıkar. Louis Pasteur cansız maddelerden bir tek hücre bile oluşamayacağını söyleyerek Aristo’dan beri inanılan “spontane jenerasyon” teorisini yıkar, ‘’Omne vivum ex vivo” (canlılar canlıdan doğar) sözüyle inkârcıların çanına ot tıkar.

Büyük Sultan
2. Abdülhamid Han her ilmî gelişme gibi Pasteur’ün çalışmalarını da yakinen takip eder. Nitekim Zoreos Paşa, Dr. Hüseyin Remzi ve Veteriner Hüsnü Beyden oluşan heyeti Paris’e gönderir, ünlü kâşife kendi istihkakından ayırdığı 10.000 frank para ile bir Mecidiye Nişanı yollar. Pasteur, Osmanlı hekimlerine bildiği ne varsa anlatır onların fevkalade yetişmelerini sağlar.

Bunlar İstanbul’a döner dönmez Darü’s-Saadet ile Darü’l-Kelb’i kurar, Pasteur’den sadece iki yıl sonra kuduz aşısı üretmeyi başarırlar. Enfeksiyonla mücadele hız kazanır, önce çiçek aşısını yapar (1889), bilahare tifo, tifüs, kolera, dizanteri, veba, menenjit ve şarbonla boğuşurlar. Vakalar azalır, salgınlar azalmaya başlar.

Ulu Hakan, Fransızların Almanlarla takıştığı yıllarda Pasteur’ü Dersaadet’e çağırır, rütbeler paralar vaat eder, istediği her imkanı önüne açar. Lâkin Louis bir vatanseverdir, bunalım var diye yurdundan ayrılamaz.

Belki İstanbul, Paris’in ardından ciddi bir tıp merkezi olacaktır ama...
Ama İttihatçı kafası ihtilalden başkasına basmaz. 6 asır yaşayan imparatorluğu üç günde batırır, o güzelim müesseleri dağıtırlar.