Alman Türkiyatçı OSMAN RESCHER

|

Zamanında mescidler sadece namaz kılınan yerler değildir, ilim hayatının nabzı “selatin camileri”nde atar. Vaazlar verilir, fetvalar alınır, bir maksûrede Buhari-i Şerif okur, diğerinde Mesnevi mırıldanırlar ama kubbede daima yanık bir kıraat çınlar. Külliyeler hastahanesiyle, aşhanesiyle, hanı, hamamı, medresesiyle minyatürleştirilmiş bir İslam şehrini andırırlar.

1880’li yıllarda sadece Bayezid Camii’nde 4 bin el yazması vardır ki kayıtları kuyutları tutulmaz. Eh zaman zaman şerh düşenler karalayanlar, hatta yırtanlar çıkar. Ulu hakan bu nadide eserleri sahipsiz bırakmaz, caminin hemen yanına şahsi parasından bir kütüphane açar. Hatta taşlarını bile Fransa’dan getirtir hiçbir masraftan kaçınmaz. Başına yazmaların kadrini kıymetini bilen hafız-ül kütübleri koyar. Derken paşalar beyler de kitap bağışında bulunurlar ve eser sayısı 450 bini aşar.

Hal böyle olunca dünyanın dört bir yanından Türkiyatçılar İstanbul’a koşar, kütüphanelerimizden istifadeye çalışırlar. İşte Yahudi asıllı Alman, Oscar Rescher de onlardan biridir. Oscar işine sevdalı bir araştırmacıdır, bilgiye ulaşmak için her yolu dener, herkese akıl sorar. Yıllarca Kahire’de dolandıktan sonra İstanbul’a gelir ve Darulfünün’da göreve başlar. Bir ara eline başı sonu olmayan bir kitap geçer, hangi uzmana gösterse boş boş bakar, onu İsmail Sâib Sencer’e yollarlar. Oscar sağ cebinde mavi, sol cebinde kırmızı kalem taşıyan, dolaptaki tarağının dişleri bile daima aynı yöne bakan, dakik ve disiplinli bir Alman’dır. Bunca ordinaryüs profesör, bunca payeli uzman varken bir kütüphaneci parçasından yardım alabileceğine inanamaz. İnanamaz ama bir kere denese ne çıkar? Adını unvanını ayaklar altına alır ve Bayezid Kütüphanesinde yatıp kalkan, peşinde onlarca kedi dolandıran sevimli ihtiyarın kapısını çalar.

Yaz bakalım
Hocaefendi, Oscar’ı güleryüzle karşılar, kitabı eline alır almaz “yaz” der. Adından tarihinden müellifinden başlar, mukaddimesinden girer, fihristinden çıkar. Olacak bu ya tam o günlerde Süleymaniye Kütüphanesinde tasnif yapan memurlar eserin bir başka nüshasını bulurlar. Oscar kitabları büyük bir heyecanla karşılaştırır. Hayret! Nokta hatası bile bulamaz.

Teşekkür etmek için kütüphaneye koştuğunda Hocaefendi dibine musluk lehimlenmiş eğreti tenekeden abdest almaktadır. Bir kenara ilişip bekler, o ara Süheyl Ünver nefes nefese koşar. Elindeki fotoğrafı hocaefendiye göstererek “duydunuz mu efendim” der, “Paris’te İbn-i Sina’nın eliyle yazdığı Kanun’u (ünlü tıp kitabı) bulmuşlar.” İsmail hoca üstüne basa basa “İnna enzelna....” Süre-i celilesini okumaktadır, sadece şöyle bir gözucuyla bakar ve “boşversene” gibilerinden elini sallar. Ne zamanki sol ayağını da yıkayıp omzundaki havluya uzanır “yazıya baksana” diye fısıldar “5’inci asırda ta’lik mi varmış? Kimi kandırıyorlar?”

Bir ara Hocaefendiyi Ankara’dan bir müsteşar arar: “Şu anda Ürdün Emiri konuğumuz” der, “kendileri Kitab-ül Envar diye bir eser soruyorlar.”

-Öyle bir kitap yok. O, olsa olsa Kitab-ül enva’dır ki Emir hazretlerinin konuyla ilgilendiğini biliyorum. Bu eser Süleymaniye Kütüphanesinde mevcud, yanılmıyorsam Şehit Ali Paşa Kitaplığında, 298 numarada...

Oscar, o günden sonra Hocaefendi’yi bir gölge takibe başlar. Hoş onun “üstad” diye tanıdığı kim varsa Fuat Köprülü, Hasan Basri Çantay, Mükremin Halil Yınanç, Yahya Kemâl bu ihtiyarın peşinde dolanırlar. Sâib Hoca akşam olunca semaverini kurar, kütüphanenin arka kapısını açar, semtte ne kadar mekansız, meczup (bunlar boş adam değildir) varsa başına toplar, tarih, tasavvuf, edebiyat üzerine doyumsuz sohbetler yaparlar. Oscar gibi muntazam yaşayan bir profesör dilenci kılıklı hırpaniler ve kedilerle dolu odadan büyük bir keyif almaya başlar. Oturduğu kanepenin kumaşı yırtıkmış, yayları fırlamış ne yazar? Birkaç ay evveline kadar sofraya çift çatal, çift peçete ve kristal kadehlerle oturan salon efendisi, derleme toplama adamlarla aynı sahana uzanır, birlikte sıcak menemene ekmek banarlar.

Sâib Hoca tam bir kitap tiryakisidir eğer gücü yetse bütün sahafları satın alır, ıslanmış, yırtılmış, kurtlanmış fasikülleri bile kütüphanesine kazandırmaya bakar. Müdavimlerin Çınaraltındaki çay ocağına taktığı hesapları bile cebinden öder, birilerinin bir şeylere darılıp da uzaklaşmasından çok korkar. Zaten açlar, parasızlar teklifsizce sofrasına otururlar. Mübarek fukarayı kararmış kuruşlarla savmaz, en azından bir öğün doyuracak kadar para vermeye bakar. Herkesin derdini dert edinir, hatta Ermeni kahvesinde tutuklanan bir bıçkın için koca koca devletlüleri araya koyar.

Sabır timsali
İnsan bu belli mi olur bazıları aldıkları cevapları beğenmez, sırf itiraz olsun diye itiraz eder, can sıkarlar. Günün birinde çok bilmişin teki hocaefendinin söylediklerini çürütmeye kalkar. Mübarek, deliller gösterir, kitaplar açar nafile. O, sabırla doğruyu anlatmak için çabalarken kenarda duran İbnülemin patlar. “Be hey adam” der, “biliyorsan neden sordun? Yok bilmiyorsan hangi salahiyetle itiraz ediyorsun?” Hocaefendi büyük bir tahammülle “müsaade et Mahmud’um” der, “muhteremi dinleyelim, belki o farklı bir açı yakalar, ufkumuzu açar.”

Oscar bu büyük insandan çok etkilenir ve bir gün Kelime-i şehadet getirerek hocasına büyük bir sevinç bağışlar. Büyük âlim ona “Osman” adını uygun görür, hem Osman-ı Zinnureynden feyzyab olur hem de imzasını eskisi gibi “O. Rescher” diye atar.

İsmail Sâib Sencer Hocaefendinin ölümü ile ilim ehli yetim kalır, hele Osman Rescher “mahvoldum, benim ışığım söndü” diye ağlamaya başlar.

Yine kitaplara gömülür, konferans, seminer hiçbir faaliyeti kaçırmaz. Gelgelelim kedili odadaki tadı çok arar.