Hakikatin Peşinde VARAKA BİN NEVFEL

|

O günlerde Arabistan karmakarışıktır, çoğunluk putlara tapınmaktadır. Bazı bölgelerde Yahudilerin hakimiyeti vardır, nadiren de Hanif (İbrahim Aleyhisselam’ın dini) mensublarına rastlanır.

Mekkeli Varaka, hususi bir insandır, çok okur, çok sorar, hayatı boyunca ilim, hikmet peşinde koşar.

Bir ara içini aynı dertle dertlenen Zeyd bin Amr’a açar. İki arkadaş “dünya Arabistan’dan ibaret değil ya” der yola çıkarlar.

Şam’da, Busra’da Hristiyanlarla tanışırlar. Ancak İsa Aleyhisselamın tebliğ ettiği dinden eser kalmamıştır. Berrak bir kaynak ararken efsanelerle hurafelerle karşılaşırlar. Bir kere ortalıkta hakiki İncil yoktur, sonra teslis (üç tanrı inancı) bidat kalıplarını da aşar, mensuplarını şirke yuvarlar. Haçlar, ikonalar... Kureyşin putlarından kaçıp heykellere, tasvirlere yakalanmanın manası yoktur. Kaldı ki papazlar günah çıkarma işini de kimselere bırakmaz, saf insanları acımadan yolarlar.

Oralarda durmaz, kuzeye uzanırlar. Musul’da sadece Allahü teâlânın rızasını kazanmaya çalışan samimi bir Nasturi râhibiyle tanışırlar.
Râhib sorar “nereden geliyorsunuz?”
-Biz Kâ’be’nin bulunduğu beldeden geliyoruz. Hakikat peşinde koşuyoruz.
- Hemen dönün geriye, aradığınız Mekke’de! Yakında bir peygamber gelecek, herkesi felaha çağıracak.
İki arkadaş çok heyecanlanırlar, yürekleri geleceği vaad edilen Resulün muhabbeti ile dolar.
İyi de şu anda ne yapmalı, hangi şeriate uymalıdırlar? Öyle ya, o güne belki ulaşır, belki ulaşamazlar.
Zeyd henüz gelmemiş olan Hatem-ül Enbiya’ya bağlanır, bir Allah (Celle Celalüh), beklenen davetçi ve kıyâmet günü hakkında şiirler yazar. Ancak o günlerde öldürülür, Server-i kâinata kavuşamaz.
Sa’îd bin Zeyd (radıyallahü anh) onun hakkında şu müjdeyi verir: Ben ve Ömer bin Hattâb Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeyd bin Amr’ın hâlini sorduk. Buyurdular ki: “O kıyâmet günü tek bir ümmet olarak kalkacaktır”.

Nasrâni ama...
Varaka bin Nevfel ise (şimdilik kaydıyla) İsevilikte karar kılar ama ruhanilere uymadan...

Zira, ahir zaman nebisi gelmemiş, kıyamete kadar baki kalacak din neşrolmamıştır daha.

O güne dair bir ışık, bir işaret bulabilmek için dört bir yandan kitap toplar, satırlar arasına dalar. Bazı İbranice, Aramice metinleri Arapça’ya çevirir, Habibullah’ın habercisi olan kısımları dosta düşmana yayar. O kadar çalışır ki gözlerini kaybedecek kadar.

Bir ara Hatice Validemiz, rahmani bir rüya görür, ay gökyüzünden inmiş hanesine girmiştir. Evinden hüzme hüzme ışık çıkmakta bütün Mekke ahalisini aydınlatmaktadır. Gider, bilgeliği ile tanınan amca oğluna tabirini sorar.

Varaka bir hoş olur, “bu anlattığın rüya” der “Hatem-ül enbiyanın yakında geleceğine ve senin de o peygamberin zevcesi olacağına alamettir.”

Hatice annemiz, yeri gelmişken Muhammed-ül Emin’den, bahs açar. Varaka, çok heyecanlanır. “Ey Hatice! Eğer bu söylediklerin doğru ise, Muhammed’in âhir zaman peygamberi olacağından şüphe yok. Ben, zaten içimizden bir peygamber çıkacağını biliyor, sabırla bekliyordum. Bu zaman, onun zuhur edeceği zamandır” der, kendini kutlu güne hazırlar.

Aradan aylar geçer ve Habibullah, “Afîfe” (iffetli) “Tâhire” (temiz) adıyla tanınan Haticet-ül Kübra’ya talip olurlar. Amcalarıyla gelir Varaka bin Nevfel’in kapısını çalarlar.

Ebû Tâlib, “Biliyorsunuz ki, akıl, asalet ve liyâkatta hiçbir Kureyş genci, Muhammed’den ağır basamaz. Evet, O, büyük bir servete sahip değildir ama zenginlik zaten gölge gibidir; gelir, gider” deyip sözü maksada bağlar: “Ey Varaka! Huveylid kızı Hatice’yi yeğenim Muhammed’e istiyoruz, ne dersin?”

Varaka misafirlerini hiç üzmez, “Şahit olunuz ki, Hatice binti Huveylid’i dört yüz dinar mehirle (ki onun gibi müstesna bir kadın için lafı bile olmaz) Muhammed bin Abdullah’a nikâhladım” der ve kutlu izdivaca kapı aralar.

Mâlum, Efendimiz, peygamberliği bildirilmeden önce sahîh rüyâlar görür ki bunlar aynen çıkar. Sonra yalnızlığı seçer, gecelerini Hira Dağı’ndaki mağarada taat ve tefekkür ile geçirmeye başlar. Bir ramazan gecesi zikrolunan mağarada ibâdet ile meşgûl iken, nur yüzlü bir zat gelir...

Sonrasını Alayhisselâtü vesselamdan nakledelim: O kimse bana “Oku” dedi. Ben okuma bilmem dedim. Elindeki örtüyü başımın üzerine koydu, yüzümü örttü. Zannettim ki öleceğim. Sonra örtüyü kaldırdı ve “Oku” dedi. Ben okuma bilmem dedim. Yine önceki gibi, meâl-i şerîfi (İnsanı bir kan pıhtısından yaratan Rabbinin adıyla oku! Oku, insana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabbin en büyük kerem sâhibidir) olan âyet-i kerîmeleri okudu. Sonra geri çekildi. Ondan işittiklerim kalbime temâmen yerleşti. Fekat bana mecnûn, şâir , kahin demelerinden korkdum. Kahinleri hiç sevmezdim, çok endîşelendim. Bu sırada gök tarafından bir ses işittim. “Ey Muhammed! Sen Allahü teâlânın Resûlüsün. Ben de Cibrîlim”. Semâda nereye baksam onu görüyordum.

Meğer Hatice, beni aratmak için her tarafa adamlar çıkarmış, gelip beni buldular. Onlar gelince Cebrâîl görünmez oldu. (Şevahidin nübüvve’den)

Eshabından olabilsem
Efendimiz ürpertiler içindedir eve gelince “beni örtünüz” buyururlar. O hayret hâli geçip de sakinleşince olanı biteni Hatice validemize anlatırlar. O da Varaka bin Nevfel’e sorar ve işin aslına vakıf olurlar.

Çok geçmez Fahr-i âlem ile Varaka bin Nevfel Kâ’benin yanında karşılaşırlar. Yaşlı alim Resul-i ekremin başından geçenleri dinler ve yemîn ederek der ki: Sen bu ümmetin Peygamberisin. O gelen Nâmûs-u Ekberdir (Cebrail Aleyhisselamdır). Aynen Mûsâ Aleyhisselâm’a getirdiği gibi İlâhî hükümleri bildirecektir. Ancak insanlar sana çok eziyet edecek, yurdundan çıkaracaklar. Zira hiçbir peygamber yoktur ki kavminin düşmanlığına maruz kalmasın. Eğer ömrüm vefâ ederse, elimle, dilimle, malımla, canımla yanında olurum...”

Lâkin ömrü vefâ etmez.
Resul-i zişan Nevfel oğlu Varaka’yı rüyalarında görürler ki ak libaslar içindedir. “Eğer cehennemlik olsaydı üzerinde başka renk bir elbise bulunurdu” buyururlar. (Tirmizî)

Müjdeye bak!..