Komitacı Kurşununa Hedef MÜMİN HOCA

|

Kavala... Balkanların karışmaya başladığı yıllar... Mümin, 5 kız 7 oğlanın üstüne doğar (1865) sofraya onbeşi birden oturur, omuz omuza kaşık sallarlar. Babaları pehlivan olduğundan mıdır bilinmez ablaları selvi endamlıdır, abileri çınarı andırırlar. Zaten bu aileden eskiden beri iyi pehlivanlar çıkar. Babası artık kispet giyecek yaşı aşar ama ağabeylerinden (özellikle büyükleri Mustafa’dan) çok ümitvardırlar.

Mümin ufak tefektir, narindir, çelebi simalıdır ama yerinde duramaz. Düşünün aynı kolu aynı yerden defalarca kırar, artık eklem ayar tutmaz, adeta kuyu kancası gibi kaynar. Babası onu okumaya yönlendirir, güreş meydanlarından uzak tutar.

Takım tutar gibi
O günlerde her şehrin, her kasabanın bir pehlivanı vardır, halk takım taraftarı gibi deplasmana koşar. Mesela diyeceksiniz? Mesela Koca Yusuf Deliormanlıdır, Kara Ahmed Razgartlıdır, Edirneliler ise Adalı’ya bayılırlar. Eğer bir Türk, Rumla, Bulgar’la kapışırsa hadise milli maça döner, şehirciliği bölgeciliği bir kenara atarlar.

Adamlar ezkaza bizden birini yıkmasınlar, gümbür gümbür davul döver, ossaat sokaklara dökülüp, ortalığı yıkarlar. Artık iş spordan güreşten çıkar, aşikare “ayaklanma provası” yaparlar.

Öylesine bir müsabaka bile milli mesele haline dönünce yenilen pehlivanı topa koyarlar. Mümincik de kederlenir “a be azıcık hareketli olaydın ya, paçalara dalaydın, boyunduruk ataydın, çapraza alaydın, künde takaydın ne bileyim bir şeyler yapaydın...” diye kendini paralar.

İşte öylesi tatsız hadiselerden sonra Mümin’i uyku tutmaz, rüyalarında habire güreş atar...

O devirde ne gazete, televizyon vardır, ne dizi ne de haber saati tanırlar... İnsanlar güreşle yatar, güreşle kalkarlar, kıraathanelerde uzun uzadıya pehlivan muhabbeti yaparlar. Hayatında kispet giymeyenler bile çayırdan meydandan bigane kalamaz. Hani Bizim, Tuncay’ın süratini, Rıdvan’ın çalımını, Hami’nin şutlarını konuştuğumuz gibi Aliço’nun kemanesini, Yusuf’un tırpanını ballandırırlar.

“Sadık Pelvan”, büyük oğluna çok emek verir ama istediğini alamaz. Zira Mustafa aklıyla değil hisleriyle güreşir. Vücudu mükemmeldir ama sabırsız ve asabidir. İşi gücünün yettiği yere kadar götürür, adeta kendini bitirir.

Halbuki Mümin’in izlediği ustalar rakiplerini punduna getirir, iki dirhemlik yerinden yeniverir. Evet kuvvet ve kilo da gerekir ama yağlı güreş öncelikle “oyun” işidir.

Ağabeyleri güreşten konuşurlarken Mümin sadece dinler, eh o bacak kadar boyuyla muhabbete karışacak değildir ya. Olsa sorulmaz, olmasa aranmaz, zurnanın son deliği bile olamaz. Gelgelelim hevesli çocuk kendi kendine bir yol tutturur, garip başına idman yapar. Ağaçlara tırmanır, dallarda sallanır ve delicesine koşar. Balçıklar mı yoğurmaz, kayalar mı taşımaz? Yüzlerce kez mekik çeker, karşısına çıkan her sütuna elense patlatır, fırıldak gibi perende atar. Bütün gün bahçe çiti üzerinde yürür, gizli gizli ip atlar, seksek oynar. Bunlar “hanım işi” gibi görünseler de insana müthiş “denge” kazandırırlar. Sabahtan akşama kadar akranlarıyla boğuşur, meydanda gördüğü oyunları tutturmaya çabalar.

Medrese yolunda
Mümin, Zigoş köyünün diğer çocukları gibi Sarıca Mollanın rahle-i tedrisinden geçer. Mübarek adam en çetrefilli mevzuları bile balla pekmezle kaplar, ürkütmez, korkutmaz sevdire sevdire öğretmeye bakar. Önüne diz çökenlerin kulaklarında “elif kalem gibi, be tekne gibi, se ona benzer, te ona benzer” tekerlemeleri çınlar.

Mümin mahalle mektebi nasıl biter anlayamaz. Bir gün anası ona iri bir bohça hazırlar, koluna takar. Sarılıp sarılıp, bağrına bastığına göre bu yolculuk uzayacaktır ve şimdiden “ayrılık” kokar. Mümin, babasıyla birlikte bir yaylı arabaya biner, çalkalana çalkalana yayığa döner, Serez’e yorgun varırlar. Akşam ezanları okunmalı olduğunda bir Medresenin kapısını çalarlar. Müderrisler Mümin’i hoşça karşılar, odasını gösterip arkadaşlarıyla tanıştırırlar. Ancak babası “göreyim seni, bizi mahçup etme” deyip ayrılınca naha şurasından bir şeyler kopar. Kendini yapayalnız hisseder, gece geç vakitlere kadar yıldızlara bakar. Şu anda Zigoş köyünün eğri büğrü yollarına koyu gölgeler düşmüş, bahçe çitlerinden taşan akşam sefaları sokakları esans hokkasına çevirmiş olmalıdır. Sanki bir ara kafeslerden sızan kandil ziyaları önünde oynar, çocukların haylaz kahkahalarını, anaların müşfik azarlarını ve kocamışların titrek kıraatlarını duyar. Hem anacığı ne hoş börekler yapar di mi ama. Malzemeye de hiç acımaz, yufkanın içine el gibi el gibi kelle peynirleri, körpecik körpecik ıspanakları doğrar. Sonra o meydanlar... Cazgırlar... Davullar...

Mümin işte burada durur, aslında yukarıdakilerin hepsi bahanedir, kendi de bilir ki yüreciği “güreş için” atar...

Minik medreseli defalarca tövbe eder, kispetli zenbilli hayalleri zihninden kovar. Öyle ya hiç fıkıh hadis tefsir okunan bir ocak tantanalı meydanlarla kıyas edilir mi? Böyle bir tercih yapmaktan şiddetle kaçar. Lakin yeşil çayırlar döner dolaşır karşısına çıkar, Mümine sanki göz kırparlar.

Peki Mollalık ve pehlivanlık...

İkisi bir arada... Acaba?

MEDRESENİN PEHLİVANI

Osmanlı medreselerinde talebeler leyli (yatılı) okur, nurlu eşikten içeri girince dünyayla bağlarını koparırlar. Kitaplarıyla başbaşa kalır, zihinlerini dağıtacak şeylerden uzak dururlar. Burada anlatılmaz bir kardeşlik vardır, dostluğun, paylaşmanın tadını alırlar. Ailesinden kopan çocuk belki ilk günlerde bir burukluk yaşar ama olur o kadar.

Başmüderris babacan bir âlimdir, çolak talebesiyle yakinen ilgilenir, onu hoşça tutar. Mümin zaten ilme meyilli bir çocuktur, medreseye uyumda zorlanmaz.

Günler ilerledikçe evini köyünü hatta inanmayacaksınız ama çilekeş anasını bile unutur, bir kitap daha bitirmeye, daha fazla ezber yapmaya bakar. Mümin yüksek kubbeli aydınlık ve temiz mekana öyle bir ısınır ki tedrisat bitecek diye korkmaya başlar.

Kış bildiğiniz gibi geçer ancak çimenler fışkırmaya, ağaçlar çiçeklenmeye ve uzaktan uzağa davul sesleri gelmeye başlayınca Mümin’in sevdası depreşir, yüreciği kabına sığamaz.

İn midir, cin mi?
Evet, bazı arkadaşları kendi aralarında ufaktan tutuşurlarsa da Mümin bu mübarek mekanda kimseyle boğuşmaz. Kendine göre bir idman yolu bulur. Gece teheccüde kalktığında avluda bir iki ısınma hareketi yapar, revak sütunlarına elense filan atar. Sonra bir köşeye atılmış eski abdest küpünü ileri geri oynatarak adalelerini açmaya bakar. Bir gün nasıl olursa olur küpü kucağında bulur ki ağırlığı bir yana dengesizdir. Onu zaptetmek için yengeç gibi kavramak lazımdır ki bunu ancak Mümin gibi kolları eğilip bükülmeyen bir çolak becerebilir. Mümin bakar küp hafif geliyor, içine bir tas su koyar. Ertesi gece bir tas daha, sonra bir daha...

Bir gece talebenin teki koca küpün avluda dolandığını görünce yaygarayı basar. Mümin telaşlanıp odasına kaçar. Hocalar talebeler avluya sökün eder ve küpü yerine bırakıncaya kadar çok zorlanırlar. Eh bu alameti kucaklayan ufak tefek, eciş büçüş yaratık insanoğlu olacak değildir ya.

Mümin çok utanır ve o günden sonra idmandan kopar, ancak güreş aşkını koparıp atamaz. Arzusu dayanılmaz olunca tutar istihareye yatar. Rüyasında hoşça bir sahildedir, bir taraf alabildiğine çayır, diğer taraf uçsuz bucaksız derya... Rahle kitap önünde, zembil kıspet yanıbaşında...

Mümin büyük bir saflıkla başmüderrise çıkar, tabiri ehline sorar. Ak sakallı âlim gevrek gevrek güler, “ben de bu çocuk niye tutuktur diye merak ederdim” der, “demek ki sen hem ilimde, hem güreşte zirveye yürüyeceksin”. Mümin sıkıntıyla sorar: Medrese gibi bir ilim yuvasında güreşle uğraşmak abes olmaz mı hocam?
-Aksine bu kutlu ocağın adını duyurup gençleri özendirebilirsen hizmet edersin. Hem Hazreti Ömer, Hazreti Ali ve Hazret-i Hamza (radıyallahü anhüm) pehlivan değiller miydi. Silsile-i aliyye büyüklerinden Seyyid Emir Gilâl’in Buhara’da yenmedik yiğit bırakmadığını bilmez misin?
-Bilmez miyim?
-Anlıyorum, derslerini ihmal etmek istemezsin, ancak sen padişahımız efendimizden (Abdülaziz Han’dan) daha mı meşgulsün yani? Hepsi bir yana Server-i Kâinat (Sallallahü aleyhi ve sellem) bile güreşti. Bak o yıllarda Mekke’de Ebû Eşel adında azılı bir kafir vardı ki adamın ayakları sanki yere kök salar, üzerine bastığı deve derisine 6 pehlivan asılır kıpırdatamazlardı. Bu adam söz zebanilerden açıldığında “korkmayın ben onları haklarım” diyecek kadar küstahtı. Bir gün Efendimizin önüne çıktı ve “hadi” dedi “yen de beni, göster mucizeni!” Efendimiz onu tam üç kere yere vurdular ama adam küfründe inad etti. Halbuki benzer bir hadisede bir başka ünlü pehlivan hidayete erdi, onu size anlatmıştım di mi? Neydi o sahabenin ismi?
- Hazret-i Rukabe değil miydi?
-Aferin Mümin. Yalnız bu oyun kuralına göre oynamalıyız.
“Oyun ve kural” Mümin burasını sonra anlar. Müderris Efendi ona Topçu Mehmed gibi bir usta bulur, dahası nefis bir kıspet diktirip önüne koyar.
Gülmek... Haykırmak... Naralanmak... Mümin hangisini yapacağını şaşırır, sonunda ağlamakta karar kılar.
Topçu Mehmed bulunmaz bir ustadır ve minik çırağının ufkunu açar. Mümini yere çizdiği ufacık bir daire içine koyar akranları iterler, çekerler ama onu çember dışına çıkaramazlar. Kısacası artık adımını sağlam basar ve gün gelir rakiplerini kendi oyunuyla yıkar. Ertesi yıl ufak ufak meydana ısınırlar, Topçu usta bakar deste kızanları küçük gelir, Mümin’i küçük ortaya salar. Her seferinde ardlarına birer koç, düve takar, Medreseliyi kebaba doyururlar.

Kim tutar seni?
Mümin o sene Bayram tatiline gittiğinde babası “abe topaç gibi olmuşsun maşaallah” deyip Ayetel Kürsi okumaya başlar. Abisi Mümin’in kırık kulaklarına ve kalınlaşmış ensesine bakıp “yoksa güleşe mi heveslenirsin” diye sorar ve onu “sınamaya” kalkar. Babası hakem olur el ense tutuşurlar...

Mümin için bu güreş çok önemlidir zira babası “abe çolak oğlum pelvanlık senin neyine var git dersine çalış” diyebilir ki, bu ömür boyu çayırlara hasret kalacak demektir.

Ancak ağabeyi onu zorlayamaz daha ilk hamlesinde kendi oyunuyla yıkar. Netice münakaşa götürmeyecek kadar nettir ama yenilen pehlivan güreşe doymaz. Abisi hırslanır sinirlenir ve kolayca şekillendirebilecek bir “hamur” haline gelir. Mümin de yufka gibi yere yayar.

İşte Mümin’in yıllardır beklediği “ferman” çıkar, babası “Aferin evlad, bu işin peşini bırakmayasın ha” dedikten sonra ellerini açar ve “ya Rabbi oğlumun sırtını yere getirme” diye yanık bir dua yapar.
Baba duası aldı ya tamamdır. Artık Mümin Hocayı kim tutar.

KOMİTACI KURŞUNU!

Mümin Hoca, başına medrese sarığı sarar, sırtına softa latası atar ki görenler “cer hocası” sanırlar. Çeker çarıklarını köy köy dolanır, nerde akşam orda sabah mantığı ile Selanik’e ulaşır ve Beşçınar güreşlerine katılır.

Bir ara kalabalığın arasında babasıyla abisini farkeder, görünüşte büyükortayı kurtarmaya bakarlar. Ancak abisi ilk elde yenilince babası kahrolur, verdiği emeklere yanar.

Ne zaman ki cazgır “Başa güreşecekler kazan dibine” diye haykırır, Mümin çeker Besmelesini meydana çıkar. Alışılageldiği üzere yine bir hayret nidası kopar, seyirciler yüzer okkalık devler arasında dolanan yumruk kadar mollaya çok şaşarlar.

Cazgır niye öyle yapar bilinmez, Mümin’i ilk elde Adalı gibi bir ustayla eşleştirir. Belki de “görsün gününü” deyip, ukalâ kızana haddini bildirmeye kalkar. Ancak Adalı Halil saatlerce uğraşmasına rağmen bu çocuğa dikiş tutturamaz. Mümin bir ara punduna getirir, yankılçıkla Adalı’nın sırtını yere vuruverir. Eh babasının sevinci görülmelidir.

Asitane yolunda
Edirneliler bunu kabullenemez, bir güreş daha ister ve ortaya yüz altın koyarlar. Kavalalılar da Mümin Hoca’nın etrafında toplanır, onu yalnız bırakmazlar. Ortalık öylesine gerilir ki Adalı’nın hocası efsane usta Aliço bile meydana koşar. Adalı güreşe sert başlar ancak bir ara kemaneden kurtulmak için dizleyince hamam bohçası gibi Mümin’in kucağına düşer. Yağlı güreşte Adalı gibi ağır ve hareketli bir pehlivanı zapt etmek mümkün değildir ama Mümin’in çolak kolu kelepçe gibidir. Kilitlendi mi çözülmez onu taa hakem heyetinin önüne kadar götürür ve “oldu mu ağalar” diye sorar. Halbuki üç adım taşısa yeter, dördüncüye gerek bile kalmaz.

Topçu Mehmed, artık çırağının İstanbul’da da iş yapacağına inanır, Yarıcı, Şumnulu ve Arap Said gibi ünlü isimleri yendiğine göre Asitane meydanlarını da harmanlamalıdır. Mümin Hoca izni alınca alelacele hazırlanır ama üç günde bir limana uğrayan vapuru kaçırır. O sıra halat toplamakta olan bir yandan çarklıyı yakalar. Bu bir yük gemisidir, Kaptan Anton yolcuyla molcuyla uğraşmaz ama nedendir bilinmez Molla’yı kabul eder hatta kamara açar. Neyse yola çıkarlar, kaptan ona İstanbul’a niçin gittiğini sorar. Güreş için deyince “sakın ha” der “ zaten kolun şey... Bacaklarından da olma.”

İhtimal ki onu deste güreşlerine çıkıp bahşiş toplayan bir garip sanır. Sonra kendi güreşlerini anlatır. Atina Olimpiyatlarında finale kalmış ve Midillili Vasil’e yenilip şampiyonluğu kaçırmıştır.

Deniz sakin güverte geniştir. Kaptan, garip mollaya üç beş oyun öğretmek ister ancak bu çolak çocuk mukabil oyuna girip canını sıkar. Artık bu işi bir güreş paklar. Kaptan ceketini yeleğini sıyırıp atar ki adamın omuzları belinin iki misli, adaleleri köşeli köşelidir. Elleri öyle iridir ki bal kabağını tepesinden avuçlayıp kaldırabilir. Adam bir iki ısınma hareketinden sonra damar damar kabarır adeta Herkül’ü andırır. Mümin Hoca onu hiç ummadığı bir anda tırpanla budayıp kabası üstüne oturtur ama rakibi şip şak köprü kurar, geriye perende atıp karşısına çıkar. Bu kez hızla topuklarına dalıp çeker ve ilk tuşunu yapar. Kaptan Anton sakalını sıvazlayıp “yaktım seni Vasil” diye mırıldanır. Mümin bunun ne manaya geldiğini anlayamaz, ta ki gemi rotasını değiştirip Midilli’ye yanaşıncaya kadar.

Anton, alelacele Vasil’i bulur ve Mümin adına meydan okur ona. “Bir Türk, Vasil’e karşı” haberi duyulduğunda bütün Ada ayağa kalkar. Komutan Bey Mümin’i bulur ve “bakasın pehlivan” der, “bu herif bir sürü melanete karışan komitacının tekidir. Karşısına birkaç Türk çıktı ama bir şey yapamadılar. Adam galip geldikçe şımardı, saldırganlaştı. Doğrusunu istersen seni gözüm tutmadı. Yenemiyeceksen çıkma, başımıza gaile açma!”

Mümin komutan beyin elini öper, “siz dua buyrun yeter” der.

Çolak Molla hayatı boyunca ilk defa bir rakibini ezer, çolak koluna boynunu kaptırma gafletinde bulunan Vasil’i hırıl hırıl hırlatır, alnının derisini çakıllara sürter. Kemanelerle organlarını birbirine geçirir ve kollarını kaz kanadına alıp çatır çatır kırar. Pelteye dönen şampiyonu sedyeyle kaldırırlar, Türkler sevinçten uçar, Rumlar meydandan sıvışırlar. Koca miralay hüngür hüngür ağlar.

Mümin Hoca, Topçu Ustasını dinler, İstanbul’da Suyolcu Mehmed pehlivanı bulur ve tabi olur. Bu yaşlı kurt, Mümin’i cevahir gibi saklar, pehlivan tekkelerine, güreşçi kahvelerine sokmaz. Bir sürü ufak tefek güreşi atlayıp Rami Çayırı’na götürür, okuyup üfleyip sırtını sıvazlar.

Medrese adına...
Yine bildiğiniz merasimler, davullar, zurnalar, alkışlar... Cazgırlar Molla’yı, Koca Yusuf gibi bir “destan kahramanı” ile tutuştururlar. Mümin Hoca adeta çapraz sağanağına yakalanır, ilk ikisinden kurtulur, üçüncü de hızına hız katar, ayağının önünde tortop olunca Yusuf kuş gibi üzerinden uçar. Koşup kasnağından yakalar ama Yusuf bu, silkinip kalkar. Mümin Hoca ona güç yetiremiyeceğini bilir, onu “onun gücüyle” yenmelidir. Son çaprazla Yusuf’un çengeli yetiştirmesine de fırsat verir, millet “gitti gidiyor” derken bel kılçığı ile önüne düşürüp kündeyi takar. Takar ama hiçbir bilek Koca Yusuf’u tartamaz. Gelgelelim Mollanın çolak kolu kuyu kancası gibidir, ne esner, ne oynar. Rakibini pamuk balyası gibi savurup atar. Yusuf, Aliço’ya bakar, büyük usta “tamam” der ve Mümin galibiyet temennasını çakar. Çakar ama Yusuf’un yüzünün aldığı şekli unutamaz. İçi bir hoş olur, enim konum güreşten soğur. Zaten para ve söhret ona göre değildir, paşa konaklarında, beyzade sofralarında sıkıntı basar. Gider köyüne çekilir, mini mini bebelere elif be okutmaya başlar. Gelgelelim Rumlar onu bir yatsı namazı sonrası “cami kapısında” vururlar...