Barışla Barışamayan Papa 2. URBANUS

|

Mâlum 1071 Malazgirt Zaferinden sonra Türkler Anadolu’ya girerler. Yöre halkı fakir, huzursuz ve çaresizdir, bırakın Türklere direnmeyi, “sarıklılarla” kaynaşıverirler. Dedelerimiz sadece birkaç yıl içinde Ege ve Marmara sahillerine ulaşır, İznik’i başkent yaparlar. Hadi İznik neyse de İstanbul’u sıkıştırmaya başlayınca Avrupalı krallarda şafak atar. Türkleri Anadolu’dan (hatta Orta Doğu’dan) atmak gibi bir hülyaya kapılırlar.

Görünen sebep buysa da kendi iç meseleleri boylarını aşar. Bir kere açlık ve sefalet diz boyudur, ayak takımı veba, kolera ve dizanteriyle boğuşurlar. Vurgun soygun alır başını gider, şatosunu dikeni konttan, gemisini yürüteni kaptan sayarlar. Tarım ilkel usullerle yapılır, aşılamadan sulamadan anlamaz, güzelim topraklardan dişe dokunur bir ürün alamazlar. Soylular muhteşem saraylarda yaşar, debdebeyi sürdürebilmek için halkın posasını çıkarırlar. Kilise deseniz ona keza... Papazlar habire Araftan kurtuluş vesikası (endüljans) satar, fukaranın parasına göz koyarlar. Hepsi bir yana hukuk ve emniyet yoktur, insanlar yağma ve talandan bıkar, bir asilzâde ya da haydut tarafından öldürüleceği günü beklemekten bir hal olurlar.

Peki bu yanda?
O yıllarda altın, gümüş gibi değerli mâdenler Müslümanların eline geçer, tasavvur edebiliyor musunuz Fransa, Almanya, Venedik gibi köklü devletlerin gelirleri sıradan bir Türk beyine bile ulaşamaz.

Ama gelin görün ki Büyük Selçuklu Sultânı Melikşâh vefât edince Orta Doğu da karışır, tatsız çekişmeler, manasız didişmeler başlar. Zaten İran menşeli Fâtımîler, Hıristiyanlarla kirli ittifaklar yaparlar. İşte böylesi bir dönemde Papa Urban ayağa kalkar, “gelin Kudüs’ü kurtaralım” avazeleri ile etrafına büyük bir kalabalık toplar (1095). Halbuki Kudüs hiçbir zaman Hıristiyanların olmamıştır, zikredilen tarihten 500 yıl evvel Yahudiler şehrin anahtarlarını Hazret-i Ömer’e sunarlar ki bunu sağır sultan bile duyar. Kaldı ki Kudüs’e rahatça girip çıkmakta, Kiliselerinde serbestçe tapınmaktadırlar.

Papa Urban, Clermont Konsiline 250 metropolit, 400’ü aşkın papaz çağırır, oturur iş bölümü yaparlar. Bunlar köy köy, mezra mezra dolanır, açlara sefillere hoşlandıkları masalları anlatırlar. Her ne kadar seferler kutsal kılıflara sarılsa da satır aralarında hep Doğu’nun o müthiş zenginliğine vurgu yapar, yağma ve soyguna vize çıkarırlar. Yenersen kese kese altınlar, köşkler, kaşaneler, ceylan gözlü kızlar... Yenilirsen şipşak cennette yer ayırırlar. Tuzu kurular ise şan ve şeref peşinde koşar, burada kazanacakları başarıların, daha yüksek mevkilere basamak olacağına inanırlar. Evet aralarında eziyet çekerek bağışlanacağını sanan saflar da vardır ama Haçlı Seferlerini dindarlardan ziyade bu “aç, sefil ve hırslı” insanlar omuzlar.

Düşünün topal katırı ile dolanan Pierre L’Ermite isimli fukara keşişle, Yoksul Gautier adlı yalın ayaklı şövalye bile etrâflarına 50.000 Fransız toplar. Almanya’da da bir o kadar ipten kazıktan dönme adamı peşlerine takarlar. Bu çapulcu taifesi henüz Macaristan’da yağmaya başlar, Ortodokslara (Sırplara, Bulgarlara) sataşırlar. Bizans İmparatoru gözünü kan bürümüş kalabalığı şehre sokmaz, “aman uzak dursunlar” deyip, alelacele Anadolu’ya geçirir, sırtlarını sıvazlar. Zikredilen güruh beklendiği gibi yakar, yıkar, yağmalar, ahâliye görülmedik eziyetler yapar.

Hurrra Doğu’ya
Kılıç Arslan, bunları İznik önlerinde durdurup, kılıçtan geçirir ancak hemen ardından Gedefroi de Bouillon komutasındaki Haçlı ordusu yola çıkar. Bu ordu tam 600 bin kişidir, kaldı ki içlerinde birçok ünlü sinyör, kontlar, dukalar bulunur, adamlar savaştan anlarlar. Daha Avrupa’dan çıkmadan kılıçlarını kana bular, Rhein nehri kıyılarında 10.000 Yahûdîyi kırarlar. Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos, onların ayağına takılmamaya bakar, erzaksa erzak verir, rehberse rehber katar. Fırsat bu fırsat deyip onları Anadolu Selçuklularının başşehri İznik üzerine salar. 600 bin kişi bu, dile kolay. Kılıç Arslan kafa koparmaktan yorulur ve İznik’i meraklısına bırakır, onları Anadolu’nun derinliklerinde vurmaya bakar.

Selçuklu akıncıları Haçlıların yolu üzerinde yiyecek bırakmaz, hayvanları kaçırır, ekinleri yakarlar. Avrupalılar ot, kök derken ölülerini yemeye başlarlar. Haçlılar Orta Anadolu bozkırlarını öyle de böyle de geçerler ama Toroslar’da kapana kısılırlar. Birinden kurtulamadan öbür pusuya düşer, derin vadilerde yarım milyon asker bırakırlar. Öyle ki Antakya’ya ulaştıklarında sayıları 100 bin bile kalmaz.

Kanlanan haç
Antakya güçlü bir kaledir nitekim bu kuşatma onlara 60 bin adama patlar. Gelgelelim içerideki bir hain yüzünden (Firûz adlı bir dönme) şehre girer, kedileri köpekleri bile paralarlar. O hızla Kudüs’e varırlar ki şehri elinde tutan Şii-Fâtımî yönetimi bu sele dayanamaz. Haçlılar şehre zorlanmadan girer, camilere sığınan çocukları ve kadınları dahi doğrarlar. Şehir morga döner, ortalık haftalarca kan kokar (1096). Gedefroi Bouillon, Papa 2. Urban’a yazdığı mektupta “Hepsini katlettik, Süleyman mabedinde atlarımız dizkapaklarına kadar kana battı” yazar. Maraatün Numan’da ise Müslümanları öldürmekle kalmaz dişleye dişleye etlerini koparırlar.

Batılılar Kudüs’te Katolik Lâtin Krallığı, Antakya ve Urfa’da birer Haçlı devleti kurar ve ufak ufak Akdeniz’in doğu kıyılarına demir atarlar. Ancak Müslümanlar tez toparlanır, İmâdeddîn Zengî komutasındaki Musullular, Urfa’yı geri alırlar. İşte bu İkinci Haçlı Seferine bahane olur, Avrupalı açlar çıplaklar silbaştan sefere koşarlar...