Teslisçilerin Kâbusu Papaz ARIUS

|

İznik, gelgitli bir şehirdir, vesselam. Bir kere köklü bir Bizans kentidir, burası tamam... Tamam da aynı zamanda Anadolu Selçuklularının merkezidir, Kılıçarslan’ın gözdesidir.

Osmanlının attan indiği, ilk defa mektep, medrese kurduğu, imaret açtığı, dahası kendi tarzıyla mimari eserler bıraktığı bir beldedir... Malûm bunların çoğu Nilüfer Hatun’dan hediye. Ama efendim o bir tekfur kızıymış... Ecdad ırk kaygısını çoktaaan aşmış. O ki iman etti, kime ne? İşte bu yüzden seramikte ne kadar mahirse, çinide de o denli zirve. Yeniçeriler ilk kez İznik’te kuruluyor, sonra Şeyh-ül İslamlık gibi bir müessese... Hilal, hilal, hilal... Ne yöne baksanız kubbe, her buluta ayrı minare...

Bayraklı Baba, Eşrefoğlu Rumi, Çandarlı Kara Halîl, Alaeddin Ali Esved, Abdürrrahim Tırsi, Kutbiddin-i İzniki ve Dede Halife... Adım başı mescid, sağın solun türbe...

Ama aynı İznik, Hıristiyanlığa şirkin, teslisin, ikonaların, tasvirlerin karıştırıldığı, muharref İncillerin kabul gördüğü ve İmparator destekli putperestlerin kitap ehline “baskın” çıktığı konsillere evsahibliği yapıyor, gel de üzülme...

İznik üzerinde yazılıp söylenecek çok şey var ama bizim işimiz isimlerle, “iz bırakan isimlerle”...

Roma ne derse!
Hıristiyanlığın ilk yıllarında İsa aleyhisselam hakkında tartışma yaşanmıyor, zira müminler o güzel insanı Allahın kulu ve peygamberi olarak tanıyor ve seviyorlar. Ancak putperest geleneklerinden kopamayan Avrupalılar Hazret-i İsa’yı en fazla üzecek işi yapıyor: “Onu tanrılaştırıyorlar!”

Eflâtun’dan menşe alan “trinite öğretisi”ne göre filozoflar her şeyi üçe bölüyorlar. Mesela edep üçe bölünüyor, ahlak, akıl, tabiat... Tabiat üçe bölünüyor, insan, hayvan, nebat... İnsan üçe bölünüyor beden ruh, hayat... İşte böyle böle böle hadlerini aşıyor “üç tanrı” inancına saplanıyorlar. Bu felsefe bir zamanlar orta ve uzak doğuda da taraftar topluyor, nitekim Brahmanlar “Brahma, Vişnu ve Siva’ya” tapınıyor, Mısırlılar “Amonra, Oziris, İsiz”de ısrar ediyorlar. Derken bu girdap bazı Hiristiyanları da yutuyor.

Arius, İslamiyetten 3 asır önce Libya’da doğup büyüyen ve uzun yıllar İskenderiye’de tahsil yapan bir din adamı. Samimi bir Hıristiyan olduğu için hakim gücün ne buyurduğuna kulak asmıyor. Kâh ‘Kilise Babası’ sayılan Antakyalı Lukianos’a öğrenci oluyor, kâh Papalığı topa tutan Meltios’dan etkileniyor. Ancak Hazret-i İsa’ya “Allah’ın oğlu” diyenlerle asla uzlaşmıyor. İncil’deki “Ne mutlu barışı sağlayanlara! Onlara Tanrı oğulları denecek” (Matta, 5/9) alıntısını gösterip işaret edilen mecazi mânâya dikkat çekiyor. Kaldı ki Hazret-i İsa da dualarında diğer insanlar gibi Allahü teâlâya yalvarıyor ve “aciz bir kul” olduğunu söylüyor.

Arius, bir ara Banealis’de rahiplik yapıyor. Mütevazı tavırlarıyla halkın sevgisini kazanıyor. Ancak İskenderiye Piskoposu Alexander onu ve sevenlerini “Ariusçular” diye yaftalayıp, tecrid ediyor. Çıkıp Arius’la münazara edecek yerde, gücünü ve imtiyazını kullanıyor, alayını aforoz edip, lanetliyor (318).

Roma Kilisesi tercihini Patrikten yana kullanıyor, Arius ve arkadaşlarını (Piskopos Theonas, Piskopos Secundus ile on iki rahibi) sürgüne gönderiyor.

Konsile doğru
Arius, apar topar sürüldüğü Filistin’de de boş durmuyor, “Thalia” (şölen) adlı bir manzum kitap yazarak teslisçileri bunaltıyor. Ozanlar onun dizelerini ülkeler ötesine taşıyor. Çevresinde yeniden bir cemaat teşkil ediyor ve uzak ellerde kendisi gibi düşünenlerle haberleşiyor.

Bu arada İzmitli Eusebius, Aforoz edilen Arius’u kilisesine kabul ediyor. “Allah’ın birliğini” savunanlara sahip çıkıyor.

O yıllarda Selanik, Efes, Antakya kiliseleri devlet içinde devlet kesiliyor. Piskoposlar kral kadar güçlü oldukları için Arius gibi “sıradan bir papaz”ın peşinden gitmeyi yediremiyor, hiyerarşik yapıyı sonuna kadar kullanıyorlar.
Biliyorsunuz Diocletianus devrinde Roma İmparatorluğu resmen Doğu ve Batı diye ikiye bölünüyor. Bunlar birbirlerine diş bilerken, kilisedeki çatlaklar hadiseye tuz biber ekiyor. Henüz Grekçe konuşanlarla Latince konuşanların gerginliği giderilemeden tevhidçi-teslisçi münakaşası alevleniyor. İmparator Konstantin istikrarla kafayı bozmuş bir koltuk budalası olduğu için farklı seslerden rahatsız oluyor, “tek tanrıcı-çok tanrıcı” çatışması yaşamak istemiyor.

Sinod İznik’e
Doğrusu Kilise de artık bu münakaşaya bir nokta koymayı düşünüyor ve Sinod’un Ankara’da toplanmasına karar veriliyor. Ancak Hıristiyan olmayan ve olmayı da düşünmeyen Pagan asıllı Konstantin üstüne vazife gibi hadiseye el koyuyor. Bahsi geçen toplantıyı yazlık sarayının bulunduğu İznik’e aldırtıyor (MS 325) ve bizzat başını bekliyor. Hıristiyanlığa yeni bir şekil verilirken dini “iktidar ideolojisi” haline getirmeye, Tanrı vekilliğini ele geçirip, ırkları ve halkları kendine bağlamayı hedefliyor. (Mâlum antik çağlarda Helenler ve Latinler imparatorlara tapınıyor, onları asla eleştirmiyorlar) Konstantin Konsili kontrolünde tutmak için ricasını emir bilen Cordoba Metropoliti Hosios’u “başkan” yapıyor.

Bu Konsil “ilmi olamadığı” gibi tartışma zemini de bulunamıyor. Zira Konsile çağrılan 319 delegenin neredeyse tamamı (302 tanesi) teslisi savunuyor. Tevhidden yana olanlar “halk bazında ezici ekseriyete sahip olmalarına rağmen” sadece 17 kişiyle temsil ediliyor. Ancak Arius ve arkadaşları kolay teslim olmuyor, ısrarla teslisi red ediyor, “kabalığa ve kalabalığa” meydan okuyorlar.

KRALLAR KUTSALLAŞINCA...

Hatırlarsanız, Hıristiyan âleminde yaşanan tevhid-teslis çatışmalarından ve kralların Hıristiyanlığı nasıl karıştırdıklarından bahsetmiştik.

İşte İznik konsilinde de Allah’a nasıl inanılacağına “kullar karar veriyor”, bazıları oturup, diğerleri için “din yazıyorlar”. Tabii bu “inanç bildirgesi”nde imparatorun payı “büyük” oluyor. Konstantin Roma geleneklerini hassasiyetle korurken, Güneş’e tapmaya dayanan batıl “Sol Invictus” inancı ile Hıristiyanlık arasında yumuşak bir geçiş sağlıyor. Hele koltuğu kutsallaşınca keyfi iyice yerine geliyor. Zira putperestliğin hakim olduğu yıllarda imparatorlar “yarı tanrı” oluyorlar. Düşünün, Neron gibi bir akıldan fukaranın adına bile sunaklar, mabedler yapılıyor. Tahta oturanlar “Basileus eimi kai hierus eimi” (Ne kadar imparatorsam, o kadar rahibim) diyerek dine müdahale ediyorlar.

Hasılı Konstantin’in “himayelerinde” gerçekleşen bu forumda “tek tanrı” inancını savunanlara söz hakkı verilmezken, “çok tanrıcı” Athanasius kürsüyü parselliyor. Athanasius belge ve bilgi bakımından Arius’un yanına yaklaşamasa da alkışlayanı çok olduğu için havaya hakim oluyor. Dönüp dolaşıp “Arius’u İncil’e muhalefetle” itham ediyor. Zaten bütün mesele burda düğümleniyor, konsül ortaya konan 54 muharref İncil arasından Luka, Matta, Markos ve Yuhannâ’nın yazdıklarını kenara koyuyor, diğerlerini “yok” sayıyor. Teslisi reddeden ve Muhammed Aleyhisselamı müjdeleyen İnciller (Mesela Barnabas) kesinkes yasaklanıyor. Sanki öyle bir yetkileri varmış gibi bütün Hıristiyanlar adına karar alıyor ve kendilerine katılmayanları “lanetliyorlar”. İmparatora, “Tanrı vekili” yetkisi sunarak “haklının” değil, “güçlünün” yanında oluyorlar.

Kargaşa sürüyor
Ne yazık ki günümüz Hıristiyanları bile bu garabeti sineye çekiyor. Eğer Larousse’a bakarsanız, Arius, Hazret-i İsa’nın tanrılığını yadsımış ve tarihin en ağır bunalımını çıkarmış biri. Ayrılıkçı demiyor ama öyle demeye getiriyor. Britannica ise onları “Heretik” (sapık) olarak tanımlamaktan çekinmiyor.
Halbuki Kitab-ı mukaddeste (muharref olmasına rağmen) teslisi işaret eden tek ibare bulunmuyor. Zaten üçlemenin ilk Hıristiyanlar tarafından bilinmediğini, ancak 2’nci asırda telaffuza başlandığını kendileri de kabul ediyor. Triniteci filozoflar uknûm fikrini ancak Yuhanna’nın nüshalarına sıkıştırabiliyorlar. (Bu Yuhanna’nın, Havarilerden Zeydî oğlu Yuhanna ile alakası yoktur, ondan çook sonra geliyor.)

Roma Katolik Kilisesi “Tanrı iradesinin bu konsilde tecelli ettiğini” iddia etse de, hatta Nikea Yeminini “vahiy gibi” kutsallaştırsa da, delegelerin çoğunun Allah’ın rızasından ziyade İmparatorun gönlünü kazanmaya çalıştıklarını herkes biliyor. Hasılı Arius ve arkadaşları bir “iman ikrarı” gibi sunulan “Credo”yu asla onaylamıyorlar.

Sözü edilen metinde (Haşa) “İsa, Tanrı’nın oğludur. İsa Tanrı’nın Tanrısı, ışığın ışığıdır, gerçek Tanrı’nın kendisidir. Doğmuştur ancak yaratılmamıştır, Tanrı ile özdeştir, bütün işleri yapan, yaptıran O’dur” deniyor.

Halbuki Arius, Hazret-i İsa’nın da “insan” olduğunu ileri sürüyor, “Allahın oğlu kızı olamaz, bu Allah’ın sıfatlarına uymaz. Allah vardır ve birdir, önsüz ve sonsuzdur, doğmamıştır, doğurmamıştır. O’nun tek olan varlığı dışında, O’nunla özdeş varlıklar düşünmek dinin özüne aykırıdır” diyor ve Hazreti İsa’yı tanrılaştıranları “Allah’a şirk koşmakla” suçluyor.

Çözüm katliam!
Arius ve arkadaşları bu metne imza koymadıkları için baskı altına alınıyor, memleketlerine dönemeden öldürülüyorlar. Nitekim Arius’u da İstanbul’a davet ediyor ve bir köşede sıkıştırıp katlediyorlar. (336)

Sadık Hıristiyanlar teslisi anlamakta zorlanınca kilise üçlemenin imani bir konu olduğunu ama “üzerinde düşünmek ve anlamak gerekmediğini” söyleyip aradan sıyrılıyor. Hasılı İznik konsili ile koca koca Piskoposlar Kralın dümen suyuna giriyor, inananları sükut-i hayale uğratıyorlar. Konstantin kendi kutsallığını kurtardıktan sonra Noel, Paskalya gibi putperest adetlerini de araya sıkıştırıyor. Ardından gelenler ayinlere tütsüler, çıngıraklar, mumlar, şarkılar katıyor, kiliseleri ikona ve resimlerle donatıyorlar.
Hasılı Konstantin “bir milletin dininin nasıl değiştirileceğini” cümle âleme gösteriyor, gelgelelim saltanatına payanda olarak düşündüğü “Kilise birliğini” sağlayamıyor. Aksine ayrılıklar derinleşiyor ve bu yara asırlarca kanıyor.

Tevhid inancı konsile rağmen yayılıyor, Mısırlılar, Vandallar, Vizigotlar, Ostrogotlar, Germenler ve Lombardlar bir yana, Oniterler (Ariusçu teşkilatlar) İtalya’da bile örgütleniyor.

İznik Konsili “baskıcı tarzı” ve “dikteci üslûbu” ile barışı sağlamak yerine tartışmayı alevlendiriyor. Teslisçiler münazaralardan kaça kaça kabuklarına çekiliyor ve en muhkem kalelerini bile (İstanbul Piskoposluğunu) kaybediyorlar (328). Yeni Piskopos söz oyunlarıyla İznik Konsili’nde alınan kararların içini boşaltıyor. Ortaya “anlamsız, yoruma açık ve çok muğlak” bir inanç sistemi çıkıyor.

Bu kez Ariusçular, Konsül üyelerini yıldırıyor, hatta muhteviyatına katılmadığı halde metni (kerhen-kral zoruyla) onaylayanları da “suçlu” sayıyorlar. İş bu “İznikçi-Anti İznikçi” kavgası gitgide büyüyor ve gün geliyor siyasi bir nitelik kazanıyor.

Ancak yıllar sonra İmparator Klovis “papa-krallık” gibi bir makam uğruna Katolik olunca teslisçiler silbaştan güç kazanıyor ve ilk işleri Ariusçu avına çıkmak oluyor.