Kölelikten Sultanlığa İLTUTMUŞ

|

O gün Asya’nın iki güneşi Mu’înüddîn Çeştî ile Şîhabüddîn-i Sühreverdî hasırlarını kulleteyn havuzunun yanıbaşına serer hoşça bir sohbet tuttururlar. Nasipliler birer ikişer yamaçlarına sokulurlar ki aralarında İlbari kabilesinden Aylam Han da vardır. Ancak Hanın küçük oğlu İltutmuş (henüz üç yaşındadır) kendince bir oyun tutturur, nerede olduğunu unutur. Babasının börkünü kafasına koyar, yayını omuzuna asar, hayali askerlerini yönetip, küffara savaş açar. Aylam Han oğluna tam “şışşşt” diyecektir ki Mu’înüddîn Çeştî hazretleri “elleme” buyururlar. Bebekleri parlayan gözlerle sevimli miniğe bakaaar, bakar ve “bir gün onun Delhi’ye sultan olduğunu duyarsanız şaşmayın” buyururlar.

Aylam Han “büyükler boş konuşmaz” der geçer ama “nasılına” kafa yormaz. Hoş, kafa yorsa da çözülecek gibi değildir, öyle ya Türkmenistan çöllerinde yaşayan birini Hindistan’da kim alır, kim satar? Olmasa aranmaz, olsalar sayılmazlar.

Onu paylaşamazlar...
Aradan yıllar geçer, İltutmuş boylu poslu, çok yakışıklı bir delikanlı olur, göz kamaştırmaya başlar. Köle tacirleri onu pusuya düşürür, götürüp Buhara’da satarlar. Sahibi ilim ehli bir zattır, onu çocuklarından ayırmaz, Buhara’nın en gözde medreselerine yollar. İltutmuş tedristen geçince anlayışı, kavrayışı artar. Hangi işe girse yüzünün akıyla çıkar. Ak sakallı kocamışlar bile müşküllerini ona danışır, koca koca komutanlar ayağına gelip tedbir sorarlar. İltutmuş cevahir gibi kıymetli bir mal olur ve ona sahip olmak isteyenler kesenin ağzını açarlar. Son sahibi Cemaleddin onu Gazne’ye götürür, İltutmuş’un ünü bir anda şehri sarar. Sultan Muhammed Guri, sahibinin önüne tam bin altın atar ama Cemaleddin’in nazlanacağı tutar. Sultan da, İltutmuş’un Gazne sınırları içinde satılmasına yasak koyar. Hal böyle olunca sahibi Delhi’ye iner, Lahor sultanı Kutbettin Aybeg’le el sıkışırlar.

Aybeg İltutmuş’u Ser-i Candarlığa (muhafız kıtası komutanlığına) atar. Bu vefalı ve sadık gence kanı kaynar, biricik kızını verip kendine damat yapar.

Sultan Aybeg bir ara Guvalyar’ı muhasara eder. Ancak bu ünlü kale önünde aylarca kalır, bıkıp usanırlar. İşte tam burada İltutmuş devreye girer akla gelmedik taktiklerle savunmayı çökertir, bayrağı üç günde surlara asar. Aybeg de, İltutmuş’u şehre vali yapar.

Emir-ül umera...
Sultan bir ara Gakharlarla takışır ve iki taraf da hazırlanıp meydana çıkarlar. Bu savaşı da İltutmuş’un sayesinde kazanır, bütün Bedaun havalisinde ferman okuturlar. Artık Sultan, damadını yanından ayırmaz, hatta yerini ona devretmenin hesaplarını yapar.

Gelgelelim her fani gibi Aybeg de ecele yakalanır, oğulları yıpratıcı bir taht kavgasına tutuşurlar. İltutmuş kardeşlerin arasına girmez ama işin tadı kaçınca eşraf ve erkân onu kenara çeker, dizginleri ele almasını arzularlar.

Tahta oturunca...
İltutmuş kayınbiraderleri ile anlaşmaya çok çalışır ama bakar olmaz, anladıkları dilden konuşur, huzur ve sükunu sağlar (1210).

O günlerde yıkılmanın eşiğine gelmiş olan Harzemşahların efsanevi lideri Celaleddin, Delhi Sultanlığının da kendisine bağlanmasını arzular. Arzular ama tükenmek üzeredirler ve ülkeleri içten içe kaynar. Onlara bağlanmak bu halka bir şey kazandırmaz. İltutmuş, yine de Celaleddin’le takışmaz, dahası Moğol zulmünden kaçanları bağrına basar. İçte birliği sağlayınca Lahravti’yi, Sind’i, Malva’yı ele geçirir, Vindhya Dağlarının kuzeyini tamamen İslâmlaştırırlar. İltutmuş’un cihad aşkı Abbasi Halifesi El-Muntansır Billah’ın gözünden kaçmaz. Ona hil’at gönderip “Emir ül Umerâ” (emirlerin emiri) unvanını bağışlar ki, koca Hindistan’da bu payeye lâyık görülen başka hükümdar bulunmaz.

Bir ara Asya’nın nurlu zirvelerinden Seyyid Bahtiyar Kâkî’nin yolu Delhi’ye düşer. İltutmuş büyük veliye çok hürmet eder Delhi’de kalmaları için ağlar, yalvarır, ne gerekiyorsa onu yapar. Mübarek, Delhi gibi renkli ve gürültülü bir şehirde yaşamak istemez ama yakınlara yerleşmeyi kabul buyururlar. İltutmuş sık sık gider emirlerini sorar, hademe gibi dergâhın hizmetine koşar. Bahtiyar Kâkî hazretleri her sohbetinde adil sultanların menkıbelerini anlatır, onu Hazret-i Ömer ve Ömer bin Abdülaziz gibi olmaya çağırırlar. Nitekim İltutmuş geceleri Hazret-i Ömer gibi sokakları turlar. Kâh gariplerin sofrasına oturur, kâh fukaranın kapısını çalar.

Evliyanın bereketiyle
Bir zaman sonra saray saraylıktan çıkar, halk kendi evi gibi girip çıkmaya başlar. Hatta “bu buraya yakışmamış” der mefruşata bile karışırlar. Asker ve memurlar esnafla kaynaşır, mecliste herkese söz düşer, memleketi ilgilendiren kararları birlikte alırlar. Bu arada Bahâüddin Zekeriyyâ, Feridüddîn Genc-i Şeker, Hace Ahmed Buhârî, Kâdı Hâmideddin gibi büyükler İltutmuş’un davetlerini kırmazlar. Havaliyi nurlandırır, yetiştirdikleri pırlantalarla ülkeler ötesine feyz saçarlar.

En mânâlısı da onu yıllar evvel (hani ufacık tefecikken) kulleteyn havuzu başında görüp bu günleri işaret buyuran Mu’înüddîn Çeştî hazretleri, İltutmuş’un ülkesini mekân tutar, himmetiyle genç Sultanın arkasında dururlar.