Kaleminden Bal Damlayan Edip, SADI-İ ŞİRAZİ

|

Müslihüddîn din gayreti olan bir çocuktur, pir-i faniler gibi camiye koşar. Kar, bora, fırtına demez, mescide herkesten önce gider, en son çıkar. Babacığı ilim ehli ve dervişmeşrep biridir, oğlunu itina ile yetiştirmeye bakar.

Bir gece baba oğul Kur’an-ı kerim okur, sabahlara kadar namaz kılarlar. Mahalle derin bir sessizlik içindedir, sönen kandillere bakılırsa komşular uykunun kollarındadırlar. Çocukcağızın içine anlatılmaz bir hüzün çöker, ölüme ve hesap gününe inanan bir insanın Allahü teâlâdan gafil olmasını anlayamaz. Kendi kendine “ne olur kalksalar, iki rekat olsun namaz kılsalar” diye mırıldanıyordur ki babası “sakın ha” diye ikaz eder, “böyle konuşmaktansa, git uyu keyfine bak!”

Savaş, seyahat, kitap...
Böyle bir baba ele az geçen nimettir ama elde de durmaz. Onu soğuk ve yağmurlu bir kış günü toprağa bırakırlar.

Şiraz’lı Müslihüddîn (bizim bildiğimiz adıyla Şeyh Sâdî) bundan 8 asır evvel yaşar. O, iklimde ilimden, sanattan çok şey konuşulur ama millet sadece kaptığı hisseye bakar. Müslihüddîn akranlarının yapmadığını yapar duyduklarını minik minik kağıtlara yazar.

Aradan yıllar geçer, Moğol çapulcuları ortalığı kavurunca Bağdat’a hicret eder ve tahsilini Nizâmiyye Medresesinde tamamlar.

İcazetini aldıktan sonra çarıkları çeker, heybesini omzuna atar, yollara çıkar. Bal toplayan arılar gibi diyar diyar dolanır, Anadolu, Mısır, Suriye, Hindistan, Azerbaycan ve Türkmenistan’dan hikmet toplar.

Şeyh Sadi Mükerrem Mekke ile Münevver Medineye çok gider ama daha dönüş yolunda hasret başlar. Server-i Kainatın aşkıyle 14 defa Haremeyne koşar. Mübarek, Moğollarla ve haçlılarla yapılan gâzâlara katılır, bir ara Rumlara esir düşer, onu küflü zindanlara kaparlar. Eh bu kadar hareketli yaşayan bir bilge adâlet, ihsan, ahlâk, mertlik, tevâzu, rızâ, kanâat, terbiye, şükür, tövbe ve münâcât üzerine çok şey duyar.

Durur, durulur, yazar...
Şeyh Sadi belki yıllarca dolanacak, onlarca şehire daha koşacaktır ama Şihâbeddîn Sühreverdî gibi bir zirve ile tanışınca durur ve yine eskisi gibi notlar tutmaya başlar. Ne zaman ki müsveddeleri harardan çuvaldan taşar, oturur elden geçirir ve ortaya Bostan ve Gülistan gibi iki unutulmaz eser koyar. Şeyh Sadi en girift konuları bile hikayecikler şeklinde anlatır, “eğlendirirken öğretmek” gibi bir yol tutar. Evet o öncelikle şairdir ama metinleri de şiir gibi akar. Bazen nesire nâzım, bazen de nâzma nesir katar. Mübarek tam 99 yıl yaşar, 16 kitap ve 6 risâle yazar. Bunlar batıda bile kabul görür başta Lâtince (1651) olmak üzere onlarca dilde yayınlarlar. Hatta benzerlerini ve taklidlerini çıkarır, hikayecikleri araklarlar. Derviş yerine filazof, vezir yerine şövalye koyarak kendilerine uyarlarlar.

Şeyh Sadi için hikayelerin yaşanıp yaşanmamış olması önemli değildir, duruma göre zihninden bir şeyler toparlar. Açıkça ikaz edip kimseyi kırmaz, ortaya konuşur, “sana söylüyorum kızım, gelinim anla” misali emr-i maruf yapar.

Gölge etme yeter
İşte Asya’yı turladığı günlerden birinde uğradığı beldenin ahalisi onu durdurur, alel acele hazırladıkları bir sofraya oturturlar. Yemek yarılanmıştır ki Vali’nin uğrayacağı tutar. Bir köşeye ilişse iyidir ama kaprisli adam herkesin sofradan kalkmasını ve kendisiyle ilgilenmesini arzular. Şeyh Sadi anında bir hikaye kurar ve anlatmaya başlar: Efendim, dervişin biri, iç dünyasıyla meşgulken saltanat konvoyu gulgule ile önünden geçer. Derviş lütfedip de bakmaz bile, elindeki dal parçası ile toprağı karalar. Padişah bu umursamazlığa çok kızar “söyle şuna kendine çeki düzen versin” diye vezirini yollar. Vezir “Önünden Cihan padişahı geçiyor bre!” diye gürler, “ne demeye edepsizlik edersin?”

Derviş çomakla toprak eşelemeye devam eder, veziri muhatap bile almaz. Padişah çok hiddetlenir bir hışım gelip karşısına çıkar. “Vezirimi duydun” der, “niye saygısızlık yaparsın!”
- Sen saygıyı ihsan bekleyenlerden iste! Ben senden bir şey talep etmedim ki...
- Karşında bir hükümdar var ama...
- Unutma kimse çoban için koyun tutmaz, çobanlar koyunun hizmetine koşar. Benim bildiğim hükümdarlar milleti korumak için vardırlar.
- Peki ben n’apıyorum?.
- Sen ne yaptığını biliyor musun? Dalkavuklarını peşine takıyor, kibrinin peşinden koşuyorsun. Paranı fukaraya gurabaya dağıtacak yerde debdebe ve şaşaaya harcıyorsun. Şimdi bu söylediklerim sana masal gibi geliyor ama üç beş gün sonra anlarsın!
- Nasıl yani?
- Ölüm gelince, şahlığı da kulluğu da göreceksin. İstersen iki kabir açalım sultanla kölesini yan yana koyalım. Bak bakalım aralarında fark bulacak mısın?
Padişah pes eder, herkese yaptığını yapar “dile benden ne dilersen!” diye sorar.
- Ben dileyeceğim kapıyı biliyorum, gölge etme yeter.
Hikayeyi dinleyen vali sessizce sofraya çöker, yanımdaki amele mi, talebe mi demez, efendi efendi yemeğini yer.

HİKAYECİLERİN PİRİ

İskenderiye limanı her günkü gibi hareketlidir. Hamallar son denkleri de güverteye atar, kaptan ambarın durumuna bakar. Yolcular birer ikişer gelir, yerlerini alırlar. Siyahlar, beyazlar, zenginler, fakirler, askerler, dervişler birbirine karışırlar. Ancak bunlar arasında şaşkın bir köle vardır ki göze batar. Garibim bugüne kadar suyu sadece sürahide görmüş olmalıdır, engin denize korkuyla bakar. Nihayet vakit gelir, tayfalar halatları çözer, yelkenleri açarlar. Tekne ufak ufak çalkalanmaya başlayınca kölenin gözleri büyür, neredeyse sahibinin kucağına oturmaya kalkar. Hele martılar nöbeti yunuslara bıraktığında, ufuklar kararıp, kara görünmez olduğunda yüzünü gözünü tırmalamaya başlar. Bahrisefid her zamanki gibi ılık ve kucaklayıcıdır ancak dalgalar irileşir ve gemi tatlı tatlı batıp çıkmaya başlar. Zemin tahterevalliye dönünce köle feryad figan eder, kafasını direklere vurur kaşını gözünü yarar. Korkacak bir şey yok, alışırsın filan derler ama ne fayda...

Savurun suya!
Kaptan bilgili bir adamdır. Kölenin efendisini kenara çeker, “müsaade buyurun, onu susturayım” der. Adam becerebiliyorsan hiç durma gibilerinden bir işaret yapar. Kaptan iki iri yarı tayfaya göz kırpar, köleyi tuttukları gibi suya atarlar. Garibim can havliyle gemiden sarkan halatlardan birine tutunur, bu arada birkaç defa batar çıkar ve hayli su yutar. Tam ümidini kaybetmiştir ki onu saçından tutar, gemiye alırlar. Kölenin yaygarası bıçak gibi kesilir, bir köşede uslu uslu oturur ve kimsenin ayağına dolanmaz. “Hayret! Bu iş bu kadar kolay mıydı” diyenler olur. Kaptan bilge gibi konuşur: “Deryada bir başına kalmayan gemideki selameti anlayamaz.”

İşte yaşadığı her hadiseye ibret nazarıyla bakan ve hikmet adına ipuçları yakalamaya çalışan Şirazlı Sadi burada devreye girer ve kitabına şunları yazar: Huzur, saadet ve sıhhat de böyle değil midir? Elden gitmeden, kıymetleri bilinir mi?

Şeyh Sadi menkıbeyi güzel bir mısra ile süsler, “Ey karnı tok insan!” der, / Bilirim arpa ekmeği hoşuna gitmez. / Halbuki o ekmek açların gözünde tüter.”

Saçımı okşadı
Sarhoş meyhur diye tanınan bir adam vefat eder, yörede yaşayan gönül ehilleri değişik işaretler alır, adeta cenazeye çağırılırlar. İçlerinden biri o şahsı rüyasında görür ve sorar, “sen bu mertebeye nasıl ulaştın?”
-Valla ben bildiğiniz gibi biriyim, ne günahlardan sakınabildim, ne de lâyıki ile ibadet edebildim. Bir gün yine çok içmiştim, çarşıda yürürken dengemi kaybettim, düşmemek için bir kız çocuğunun başına tutundum. Çocuk yüzüme bakınca ister istemez gülümsedim. Meğer o çocukcağız bir yetim imiş. Bir sevinmiş, bir sevinmiş, eve koşup “anne bir amca başımı okşadı” demiş.
-Eee sonra?
-Sonrası bildiğin gibi, Yüce Rabbim beni affetti!
Şeyh Sadi hazretleri “ya” diye ilave eder, “ya bilerek ve isteyerek yetim sevindirenler...”

Zalimin uykusu
Bir gün askerin biri hükümdarının ardından atar tutar, hıyanet ve vefasızlık yapar. Şeyh Sadi şikayet edenlerden hoşlanmaz, hele gıybete hiç dayanamaz. Onu usulünce susturur, hatta tatlı tatlı azarlar. Ardından bir dostun yapması gerekeni yapar, gider hükümdara çıkar. “Bakın efendim” der, “rahatı azıcık kaçanın sultanından yüz çevirmesi hoş değil ama atının arpa parası için eğerini rehin bırakan bir asker savaşmaz. Padişah, adamlarına cimrilik yaparsa, onlar da bağlanacak sultan ararlar. Karnı tok olan seve seve dövüşür, aç olan meydandan kaçar.”

Zalim bir vali salih ve dindar birine sorar: “Çok uyuyorum, bana bir ibadet söyle ki gece gündüz onunla meşgul olayım”
-Aman sen daha fazla uyu, zulmün eziyetin o kadar arttı ki insanlar sadece uyuduğun zaman nefes alıyorlar.
Şimdi Şirazlı Sadi bunları nasıl bir kenara yazmasın? Hem neden kitabına koymasın?

Sadi’den vecizeler
* Yek katre hûnest vü hezar endişe. (İnsan dediğin bir damla kan, binlerce gam.)
* Gökten ab-ı hayat yağsa da söğüt ağacında yemiş olmaz. Sütü bozuk kimse ile eyleşme, hasır kamışından şeker çıkmaz.
* Gündüz kâfurî mum (demek ki pahalı bir mum) yakan, gece kandiline koyacak yağ bulamaz.
* Aşktan söz açanlara aldanma. Aşık dediğin sevdiğinin yolunda can verir. Mâlum ölüler konuşamaz.
* Kimse cehlini itiraf etmez. Birileri konuşurken lafa karışanlar müstesna.
* Değil mi ki sonu var, taht üzerinde yaşasan neye yarar?
* Kusuru kendisine söylenmeyenler, ayıplarını hüner sanırlar.
* Kubbede ceviz durdurmak zordur ama kabiliyetsizi terbiye etmek ona fark atar.
* Bildikleriyle yaşamayan cahildir. İlmiyle amel etmeyenler tarlayı sürüp tohum atmayanları andırırlar.
* Nefes alamayan ölür, veremeyen patlar. Her nefeste iki nimet mevcuttur, arifler iki kere şükr yaparlar.