Bir Bağdat Güneşi MEVLÂNÂ HÂLİD

|

Süleymaniye’nin ünlü âlimi Seyyid Abdülkerîm Berzencî’nin çok talebesi vardır ama vefât ederken kürsüyü gencecik bir çocuğa bırakırlar. Bu genç (Hâlid) onu utandırmaz, doyulmaz vaazlar yapar. Hemşehrileri onu saygıyla anar, adının başına bir “Mevlânâ” yakıştırırlar.

Mevlânâ Hâlid ilme doyamaz, dahasına kavuşmak arzusu ile yollara çıkar. Bir süre Şam’da kalır, sonra Hicaz’a koşar. Medîne-i Münevvere’de öylesine hislenir ki “Kasîde-i Muhammediyye” gibi asırlarca söylenecek bir şiir yazar. Hâlid bu nurlu şehirde kâmil bir velî bulup, teslim olmayı çok arzular. Üstâdın dediği gibi “kâlden hâle” atlamaya çabalar. Gerisi dipsiz kiledir, boş anbar... Şaşkına yol gösteren çok olur, onu kimisi şarka, kimisi garba yollar. Hâlid sabırla işaret bekler, elbette karşısına bir mana ehli çıkacak ve onu kartal gibi kapıp göklere kaldıracaktır. Bunu nereden mi biliyordur? Kendinden! Öyle ya Allahü teâlâ vermeyecek olsa istek vermezdi. Halbuki onun yüreği yanar.

Hâlid, diğer taliplerin yaptığını yapar, herkesten dua almaya bakar. İşte “bizi de unutma” dediği bir Yemenli ona adıyla hitap eder ve “Mekke-i Mükerreme’de edebe uymayan birşey görürsen karışma” der. Hâlid keremli şehre varır, Mescid-ül Haram’a koşar. Tavaf ve say edip bir kenarda okumaya niyetlenir ki Kâbe’ye sırtını çevirip kendine bakan biriyle gözgöze gelir. Tam “Efendi nerdesin? Kâbe-i Muazzama’nın edebini gözetsen ya” diyecekken, o kimse “mümine hürmet, Kâbe’ye hürmetten önce gelir. Hem Yemenli sana ne dedi?” diye sorar.

Mevlânâ Hâlid bu zâtın boş olmadığını anlar. Talebeliğe kabûlü için yalvarmaya başlar. Meçhul veli eliyle Hindistan taraflarını gösterir o kadar.

Hind ellerinde
İyi de Hindistan dediğin yer ne köydür, ne kasaba. Neresine gitse, kime sorsa? Bilmeceyi çözemez ama isteği artar, daha çok yakarır ve daha içli ağlamaya başlar.

Mevlânâ Hâlid, Süleymâniye’ye döner ama aklı Hindistan’da kalır. Bir gün Mirzâ Abdürrahîm isimli bir Hintli kapısını çalar ve hocası (Abdullah-ı Dehlevî) adına çağrı yapar. Anında dersi, vaazı bırakır, adsız sansız Hintlinin peşine takılıp sonu belli olmayan bir serüvene yelken açar. Hemşehrileri ona adını, itibarını hatırlatır, yolundan çevirebilmek için çok uğraşırlar. Kimi kaplanlardan yılanlardan söz açar, kimi büyücülerden falcılardan bahsedip korkutmaya kalkar. Mevlânâ Hâlid hiçbirine aldırmaz, “âb-ı hayât zulûmatta bulunur” der işine bakar.

Günler süren bir yolculuktan sonra Tahran’a varırlar. Burada gergin bir hava ile karşılaşır kendilerini ister istemez bir münazaranın içinde bulurlar. Mevlânâ, bilgisi, zekâsı ve ihlâsı ile tartışmaya yön verir, sahabe-i kiram düşmanları pişman olurlar...

Yol uzun ve zorludur ama yılmazlar, Bistâm, Harkan, Semnân, Nişâbur ve Meşhed’de velilerin kabirlerini ziyaret eder, İmâm Ali Rızâ’dan, Bâyezîd-i Bistâmî’den, Ahmed Nâmıkî Câmî’den feyz alırlar. Hirat âlimleri onu yolda karşılarlar ki aralarında Abdullah-i Hirevî Hazretleri de vardır. Mevlânâ Kandehâr’da, Kâbil’de, Peşaver’de doyulmaz sohbetlere katılır, Allah dostlarından hisse almaya bakar. Lâhor’da Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın halifelerinden Mevlânâ Senâullah Dehlevî’ye misafir olur. Büyük veli kulağına eğilir ve “Abdullah-ı Dehlevî’yi câna minnet bil ve sana va’dolunan nîmetlere kavuş” diye fısıldar. Bu yol tam bir yıllarını alır ve ertesi sene Delhi’ye ulaşırlar. Mevlânâ Hâlid, menzile kavuşmanın sevinci ile parasını, malını fakirlere dağıtır ve kutlu eşiğe adım atar.

Hademelikten başlar
Ancak dergâhta kimse “ooo Hâlid gelmiş” demez eline kovaları tutuştururlar. Sıradan biri için neyse de koca bir âlimin hademelik yapması kolay olmaz. Nitekim şeytan vesveseye başlar, “sen çoluk çocuğun ibriğini taşımaya mecbur musun” diye yırtınır, “buraya ilim öğrenmeye geldin, necaset temizlettiriyorlar.”
Mevlânâ Hâlid kararlı bir şekilde nefsine döner, “bak ayağını denk al” der, “eğer hocamın verdiği vazifeden kaçarsan yerleri süpürge ile değil, sakalımla süpürürüm ona göre!”

On ay, dile kolay on ay böyle geçer. Yine su taşır ama artık kovaların ağırlığı kalmaz, mübârek omuzları üzerinden Arş’a doğru bir nûr çıkar, melekler bile ona gıpta ile bakarlar. Gün gelir Abdullah-ı Dehlevi hazretleri onu yanıbaşlarına oturturlar. Kalblerinde ne varsa Hazret-i Hâlid’e akar. Öyle ki bir zamanlar helâ temizlettirdiği talebesinin üzengilerini tutar. “Ey Hâlid, şimdi var Bağdât’a git! Orada Hak âşıklarını, Allahü teâlâya kavuştur” buyururlar. Büyük veli onu şehir dışına kadar uğurlar, ardından muhabbetle bakar, bakar ve “Hâlid her şeyimi aldı götürdü” diye mırıldanırlar.

Bağdat dergâh açılacak en zor yerlerden biridir, zira nerede ilim ve îtibâr sâhibi varsa orayı mekân tutar. Gencecik Mevlânâ Hâlid’i kim dinler, hem kim uyar? Lâkin o sadece “peki” der, denileni yapar. İşinin kolay olmayacağını bilir, sırf bu yüzden “dini için dünyâlık ister” parasını Allah yolunda harcar.

Nitekim hulûs-u kalp ile sırlara kavuşmayı arzulayanlar ona koşar, şehrin valisi ve müftüsü bile sohbetinde bulunurlar. Mevlânâ Hâlid-i Bâğdadi kutlu yolun konaklarından biri olur, Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbani Hazretleri gibi unutulmaz hizmetler yapar...