Arvas'ın Kurucusu MUHAMMED KUTUB

|

Bağdat 1200’lü yıllarda sadece hilafet merkezi değil bir ilim ve kültür şehridir. Dicle kenarında vezinli kubbeler yükselir, yeryüzünün en mahir şairleri, en usta hattatları efsunlu beldeyi mekan edinir.

Fakihler, muhaddisler, müfessirler Bağdat’ta buluşurlar, dervişler, talebeler Bağdat’a koşarlar.

Şehir yeşil mi yeşildir, hurmalıklar çöle taşar.

Nitekim Seyyid Kâsım Bağdadi öncülüğündeki seyyidler de bereketli beldeye gelir, Mescid-i mercan (ve civarındaki mahalleye) yerleşirler.

Bu coğrafyada Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin çok büyük bir tesiri vardır, onlar dahi Kadirî tarikatı üzerine ilim edep öğretir; talipleri manevi makamlarla tanıştırırlar.

Kapılarını sadece Iraklılar değil, Mısır, Suriye ve Hicaz’dan gelen Hak âşıkları da çalar.

Ah o Hülâgû
Bunlar güzel günlerdir ancaaak...

Ancak Hülâgû’nun Bağdât’ı istilâsı ile yörede huzur, düzen kalmaz. Sarı suratlı katiller çekirge sürüsü gibi şehre yağar, Abbasi Halifesi Mutasım’ı hapse tıkarlar. Sonrasını biliyorsunuz işte camileri medreseleri yıkar, ele geçmez kitapları nehre atarlar.

“İslam’ı nasıl neşretmeli” kaygısıyla kıvranan seyyidler bir başka coğrafyaya yerleşmeyi düşünür olurlar.
Ama onlar başlarına buyruk değildirler, gelir Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin kabrini ziyaret eder, usulünce izin alırlar. Gördükleri manevi işaretler üzerine içleri rahatlar. Kaldı ki Gavs-ül azamın torunlarından Seyyid Abdürrezzak da onları hicrete teşvik eder ve bir an evvel ateş çemberinden çıkmalarını arzular.

Dergahtaki 3 bin değerli kitabı da yanlarına alır, kuzeye doğru uzanırlar. Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin himmeti ile nice tehlikeleri aşar, Musul’a vasıl olurlar. Musul henüz sakindir, bu şirin kentte Ulucami’yi (ünlü bir Emevi eseridir) mekan edinir, bilahare Cami-i Kebir Mahallesinde medrese ve hânegâh kurarlar. Yetiştirdikleri mollaları Urfa, Bitlis, Şirvan taraflarına yollarlar. Civar illerde yeni yeni kandiller yanar.

Göçler, çalkantılar derken bu kez Diyar-ı Bekr’e yerleşir, talebe okuturlar. Şehirdeki Müslümanların kalitesini yükseltmekle kalmaz, gayrimüslimleri de kazanırlar. Düşünün sadece 6 yıl evvel ekseriyette olan Hristiyanlar, parmakla sayılırlar.

Ailenin reisi Seyyid Kâsım Bağdadî, Osmanlı’ya sadıktır, nitekim yanına oğlu Muhammed Kutub’u da alır ve Bursa’ya gidip Orhan Gazi ile tanışırlar. Padişah, evlad-ı resule çok hürmet eder, hatta onları 8 saatlik yoldan karşılar.

Seyyid Kasım Bağdadî, Diyar-ı Bekr’de tedrisata devam ederken oğlu ve halifesi Muhammed Kutub’u da Hakkari’ye yollar.

Feraşin Dağlarında yıllarca çile çeken Muhammed Kutub, Hızır Aleyhisselamla yakinen görüşmeye başlar... Bir gün rüyasında Efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) görür, ona “Şu meyveleri Hakkari Emiri İbrahim Han’a ver” diye emir buyururlar. Uyanınca yanında bir sepet görür ki içinde nar vardır, incir vardır, salatalık vardır... Bu mevsimde altın dökülse yaz meyvesi bulunmaz.

Aylar evvel bilinmez hastalıklara yakalanan ve yatağında mecalsiz yatan Hakkari Beyi boş adam değildir, Muhammed Kutub yaklaştıkça bir hoş olur, “Ehl-i beyti nebevinin kokusu geliyor” diye fısıldar. Muhammed Kutub’u kapılarda karşılar ve sultanlar gibi ağırlar. Nitekim sevimli misafirin sunduğu meyveler şifa olur, zerre kadar ıstırabı kalmaz.

Bu nurlu seyyide, kızı Fatıma’yı verir, dahası “beyliğimi gezin, dolaşın, nerede istiyorsanız dergahınızı kurayım” gibi bir teklif yapar.

Muhammed Kutub hazretlerinin, Van Gölünün güneyindeki kuytuluğa kanı kaynar. Gevaş, Çatak, Hizan, Pervari arasındaki vadi “onuncu gezegen” gibidir, yerlileri kendi halinde bir hayat tuttururlar. Kışı sert mi serttir, kar yolları kapar ve en az 6 ay içine kapanık yaşar.

İbrahim Han, damadının arzusunu mâkul bulur, bugünkü Arvas köyünün bulunduğu yere, iki katlı bir cami, hanegâh ve medrese yapmayı planlar. Şu ihlasa bakın ki “ben emirim beyim” demez sırtında taş taşır ve bundan şeref duyar. Dahası civar arazileri, mamur dutlukları, cevizleri medreseye bağışlar. Bağdat’tan getirilen kitapları da kütüphaneye dizer, halkın istifadesine sunarlar. Hasılı Arvas çok geçmeden pırlanta gibi parıldamaya başlar, üç kıtadan yüzlerce Hak aşığı yöreye gelir, ilim ve edep imbiklemeye çalışırlar.

Düşünün ki Şemseddîn Buhârî, taa Buhârâ’dan nâmını duyar. Arvas’a gelir, Muhammed Velî hazretlerinin huzurunda diz kırar.

Oğlu Seyyid Kemâleddîn ve torunu Seyyid Cemâleddîn de dedelerinin izinde gider ve nöbeti devralırlar.
Kerkük ve Süleymaniye havalisinde çok hatırları vardır. Ahali seyyidleri hem çok sever, hem de üzmekten kırmaktan korkar.

Miskler diyarı anlamına gelen Müküs (Bahçesaray) muhabbet kokar, yöre sakinleri yalan, dolan, gıybet, hased gibi kelimeleri unuturlar. Günlük hesapları bırakır, Allah dostlarını örnek alırlar. İşte o gün bu gündür (takriben 8 asır) Arvas bir meşale olur, Ehl-i beyt âşıklarını kucaklar.

Arvas seyyidleri Şâfiî olmalarına rağmen diğer üç mezhebin fıkhını da bilir ve okuturlar.

Zor yıllar
İlerleyen yıllarda Doğu Bâyezîd, Hakkâri ve Hizan’a dağılır, civar beldeleri aydınlatırlar. Zaman zaman Acemler yörede güç kazansalar da şahın daileri Arvas seyyidleri karşısında çaresiz kalırlar. Güneydoğu Anadolu halkı reyini Osmanlı’dan yana kullanır, Tahran’ın vaadlerine kulak tıkar.

Eskiden beri Doğu Anadolu üzerinde hesabı olan Ermeniler de Seyyidlerin itibarından rahatsızdırlar. Nitekim Rus işgali ile maskelerini atar, Müslümanlara akıl almaz eziyetler yaparlar. Cihan harbinin sürdüğü günlerde ne cami, ne medrese bırakır, seyyid Fehim Hazretlerinin mezar taşını bile kırarlar. Hülagû’nun elinden kurtarılan (ki en yenisi 8 asırlık) el yazmalarının bulunduğu kütüphaneyi cayır cayır yakar, ilim âlemine büyük bir darbe vururlar.

Sonrası yine göçler, sürgünler...

Dayanılmaz acılar...