Sinemanın Asi Çocuğu MARLON BRANDO

|

Marlon Brando Jr. aynı adla anılan bir babanın oğludur. 1924 yılında Omaha’da doğar, bu zor bir doğum olur, zira aksi veled annesinin karnında da ters durur ve ebesini çok yorar.

Ablaları Jocelyn beş, Frances iki yaşındadır her halde karizmalarını çizen cici bebişten pek hoşlanmazlar.
Bu evde herkesin lâkabı vardır ona da “Bud” adını yakıştırırlar. Annesi Dorothy Pennebaker, ismini neonlarla yazdıracak yumuşaklıkta bir sese sahiptir, gelgelelim henüz kahvaltı yapmadan içmeye başlar ve düştüğü yerde sızar... “Çakırkeyif” olunca, kapı gıcırtısıyla bile oynar.

Babası diyar diyar dolanan bir seyyar satıcıdır, üç beş dolar kazandı mı kendini barlara atar. Cebindeki son kuruşu bile şişelere, fahişelere harcar. Zamparalığını saklamaz, kızlarının ve oğlunun neler hissedebileceğini hiiç umursamaz. Zorbadır, itirazdan hoşlanmaz ve dediğini mutlaka yapar.

Sevgiye hasret
Küçük Marlon’un tek dostu bakıcısı Ermi’dir. Ermi ile yer, Ermi’yle oynar, Ermi’yle yatar. Bu melez kız bir gün evlenip de yuvasını kurunca, terk edilmişliğin acısını yaşar. Artık herkesten nefret eder, oyuncaklarını paralar, camları kırar, kuşları taşlar, para çalar ve kekelemeye başlar.

Evi pislik götürür, eşyalar utanılacak kadar eski ve haraptır, arkadaşlarını ailesi ile tanıştırmaktan korkar. Hal böyle olunca mektebi boşlar, anaokulunda bile çakar.

Zeki olmaya zekidir, nitekim ilk ve orta tahsilini kör topal bitirir. Gün gelir idareye çağırılmaktan zevk almaya başlar. Cezanın “adı” korkutucudur, abone olan için bir anlamı kalmaz. Kaldı ki sokaklar okul koridorlarıyla kıyas edilemeyecek kadar eğlencelidir, hem tahsil dediğin şey neye yarar?!

Derken ablaları da ucuz meyhanelerde şarkı söyler, isimsiz tiyatrolarda oynarlar. Delikanlı damarı tutan Marlon evden kopar, bir süre yurtsuz barksızlarla takıldıktan sonra yorulur ve artık hayatına bir yön vermesi gerektiğini anlar.

Belki Shattuck Askerî Akademisi’nde aradıklarını bulabilir, güzel bir kahvaltı, spor salonu, havuzlar, dert paylaşacak arkadaşlar...

Sonra o janjanlı üniforma, itibar, sıcak bir aş ve maaş...
Okulun İngilizce öğretmeni tiyatroya çok meraklıdır, Marlon’u da kulübüne alır ve Hamlet’i oynarlar. Marlon ilk kez bir şeyi lâyıkıyla başarır ve ilk kez alkış alır. Buna rağmen askerî okulun kendine göre olmadığını kavrar. Baskıdan ve emir almaktan nefret eden delikanlı otoritenin ocağına düşmüştür, aksırsa savunma istenir, hapşırsa hesap sorarlar. “Burayı mahvetmek istiyorum, bu okulu yakıp yıkmazsam, üstlerime karşı koymazsan n’oliym” der ve her hileye başvurup disiplini delmeye bakar. Marlon askerî okulu kendine uyduramayacağını anlayınca yapacak tek şey kalır: Firar!

Okuldan kaçan Marlon uzun süre sokaklarda yatar, metruk harabelerde, köprü altlarında yaşar.
Bu arada ablaları sınıf atlar, New York’ta gider ve eli yüzü düzgün tiyatrolarda rol alırlar. O da efsane kente koşar ve bir süpermarkette asansör operatörlüğü yapar. Ancak iç çamaşırı katını soranların sulu esprilerinden sıkıldığı için işi bırakır. Kamyon şoförlüğü tam ona göredir ama ah şu trafik olmasa. Limonata satarak da para kazanır lâkin sezon bitince yine açığa çıkar. Nitekim Jocelyn’in sözünü dinler, abla kardeş bir oyunculuk kursuna yazılırlar.

Elia Kazan ve Stella Adler gibi ustalardan ders alan Marlon, anlatılanları teyp gibi kapar ve oyuna kendinden de çok şey katar. Bir keresinde eriyen bir mumu oynar, inanın damla damla akar, 4 saat içinde 5 kilo zayıflar.

1944 yılında sahneye çıkan Marlon, “İhtiras Tramvayı”ndaki “Stanley Kowalski” ile rolünü bulur. Babasına benzediğinden olacak sert, haşin, sarhoş, cahil Kowalski’yi öyle inandırıcı oynar ki o kadar olur. İşin ustaları bile parmak ısırırlar.

Broadway’de ünlenen Marlon tam üç yıl Hollywood’dan gelen tekliflere kapısını kapar. Tiyatro’da direndiği yıllarda Hollywood’a kerhane, film artistlerine fahişe gözüyle bakan Marlon önünde 40 bin dolarlık bir teklif bulunca tercihini “ahlaksızlıktan yana” yapar. Ancak, “Hollywood’da bulunmamın tek nedeni, parayı reddedecek kadar ahlaklı olamayışımdır” demekten kaçınmaz.

Marlon yine de işini ciddiye alır, The Man filmindeki “Ken Wilcheck” rolü için haftalarca tekerlekli sandalyeden inmez, sakatlarla birlikte olur, onları çözmeye bakar. Sinemada “tiyatro tekniklerini” kullandığı için diğerlerine fark atar.

Marlon şöhreti yakalamasına rağmen değişmez, serseri gibi yaşar. Hollywood yıldızlarıyla alay edercesine kotunu çeker, fanila ile dolanıp birilerinin karizmasına limon sıkar. Kimsenin ardına takılmaz, kendinin patronu olmaya bakar. Bunun elbette bir bedeli vardır, nitekim oynadığı filmler oskarları götürür ama o avucunu yalar.

Neresi sanat?
Brando, mesafeden memnundur, yeri geldikçe sinema sanayiine verir veriştirir “bunun neresi sanat” diye sorar, “herifler yatırım yapıyor, hasılat umuyorlar. Bu bir iştir, sinemacılar iş adamıdırlar. Film kaça çıkacak? Dağıtımı kim kapacak? Tanıtıma ne ayrılacak? Herkes gibi ben de para için oynuyorum. Aynı ücreti verseler taşları silerim ve asla utanmam.”

Malum, Elia Kazan’ın “Viva Zapata!” filmi yine ödülleri toplar, tutar yardımcı oyuncuya (Anthony Quinn’e) Oscar verir, Brando’yu göz göre göre atlarlar. 1953 yılında Shakespeare’in oyunundan uyarlanan filmde Marcus Antonyus rolünü kusursuz oynar. Oscar’a bir kez daha aday olur ama gene kazanamaz. Marlon bunları umursamaz hatta “oyuncu olmasaydım hırsız olurdum”, der dalgasına bakar. Zira ona göre sektöre yön verenler hırsızlardan bile aşağıdırlar...