Kendine İnanmayan Adam: DARWIN

|

Charles, durgun bir çocuktur ama annesini kaybettikten sonra iyice donuklaşır. Derslerini anlamakta zorlandığından olacak günboyu farelerle köpeklerle oyalanır. Gelgelelim avcılığa çok meraklıdır ve birşeyleri toplayıp biriktirmekten zevk alır. Meselâ kuş vurup, saman doldurmaya bayılır.

Küçük Charles’ın iki derdi vardır. Birincisi Yahudidir ve kendini gizlemek zorundadır. İkincisi çıkık alnından, iri burnundan ve şekilsiz dişlerinden bizardır. Hoş, herkes taşbebek gibi olmak zorunda değildir ama arkadaşlarının “Maymun Charles” diye çağırmalarına çok alınır.

Babası onun din adamı olmasını çok arzular ama Charles’ın hahamlıkla filan işi olmaz. Gençlik yıllarında haşarı arkadaşları ile gezip tozar, keyfine bakar. Hatta önüne Cambridge’de okumak gibi bir fırsat çıkmasına rağmen o kumarhaneleri turlar. Babası satar, savar, borç yapar, onu son bir gayretle Edinburg Tıp Fakültesine yollar. Ancak Charles okuldan ziyade hayvanat bahçesine takılır, sabahtan akşama kadar maymunlara fıstık atar. Dersleri tekleyince kapının önüne koyarlar.

Uydur uydur söyle
Darwin hayal gücü yüksek biridir, ayaküstü teori üretebilir. Anlamadığı konularda bile saatlerce konuşabilir ve “şöyle olaydı böyle mi olurdu” gibilerinden alâkasız cümleler kurabilir.

Darwin uzun yıllar eli cebinde dolandıktan sonra Pasifik Adalarında araştırma yapan bir heyete katılır. Burada üç beş tane renkli kertenkele görünce nesli kesilmiş canlılarla, yaşayanlar arasında bir münasebet kurmaya kalkışır. Teorinin ayakları yere basmaz ama işini ciddiye alır, dersine iyi çalışır. Tam 20 yıl boyunca tezine uyacak malzeme araştırır. Evet, şüphe içindedir ve kendini kandırdığının farkındadır. Nitekim dostlarına yazdığı mektuplarda (mesela Dr Bertham’a) “bu işe neden girdim bilmem, teferruata indikçe tek türün bile evrim geçirmediğini görüyorum” der. Yine Asa Grey’e “umutsuzum! Çıkmaz bir sokakta dikiliyorum. Sanırım, her türün yaratılış maksadı var. Evrimmiş! Buna kim inanır ki?” diye yazar.

Şimdi Sezar’ın hakkı Sezar’a. Her ne kadar fikirlerine katılmasak da o bir araştırıcıdır. Nitekim canlıların gözlerindeki muhteşem ahengi yakalar. Dostlarına “ah bu gözler yok mu” diye dert yanar, “beni teorimden soğuttular.” Zaman zaman “acaba ömrümü bir fantezi uğruna mı harcıyorum” diye düşünse de korka korka kitabını yayınlar.

Mal bulmuş gibi...
Darwin, kitabının tepki göreceğini, bilim adamlarının üzerine yürüyeceğini sanır ama materyalistler bu köksüz teoriye mal bulmuş gibi atlarlar. Onu alelacele kürsülere çıkarır, çılgınca alkışlarlar. Gazeteciler (özellikle London Times) meccane bezirganlığını yapar, Kraliyet Cemiyeti allı pullu madalyalar sunar. Darwin zaman zaman hadiseye dışarıdan bakmaya çalışır ve bu suni ilgiden sıkılmaya başlar. Hatta dostu Hooker’e “başımı döndürüyorlar ama mütevazı olmalıyım” diye dert yanar.

İş öyle bir noktaya gelir ki bu saaten sonra geri adım atacak hali kalmaz. Şakşakçılarına gülücükler dağıtır, hayranlarına şirin görünmeye bakar. Ama samimi dostlarıyla başbaşa kaldığında içini açar “ben Allah fikrini çürütmek için yola çıkarken aklıma değil hislerime uydum. İnsanın basit varlıklardan türediğini savunmakta zorlanmadım ama çok gerileri hatırlayan ve çok ilerilere bakabilen zihni melekeleri bir yere oturtamadım. İnanın, henüz hiçbir şeye ışık tutamadım ve teori, başladığım yerde duruyor. Bazen düşünüyorum da, yıllarımı harcayıp ortaya çılgınca bir şey koyuyorum. Sonra insanların buna inanmasını istiyorum” der ve “söyleyin bana, sapık mıyım neyim” diye sorar.

Darwin ileri yaşlarında bile çocukluk takıntılarını aşamaz. Mesela Lyell’a yazdığı mektupta “(haşa) tabiatta düzen olsa bu çirkin burnun yüzümde işi ne” diye isyan ettiğine göre aşağılık kompleksinden kurtulabilmiş değildir.

Şapkadaki tavşan
Darwin acabalarından kurtulamaz ama Siyonist Medya ve Marksist militanlar teoriyi “ispatlanmış kanunlar” gibi sunmayı başarırlar. Bu arada ressamlar hayal güçlerini konuşturur, milletin gözünü boyarlar. Mâlum cephenin çıkardığı ansiklopediler münkirlere destek olur, demirpedenin dinsiz ülkeleri eğitim sistemlerinde bu nazariyeye geniş yer ayırırlar. Ancak ilim adamları asılsız hipotezleri bir bir çürütür “türlerin kökeni” adlı kitabın bir “zanlar yumağı” olduğunu ispatlarlar.

Gelgelelim Darwinciler pes etmez, hatta yeni yeni cepheler açarlar. Sosyal Darwinistler söz konusu nazariyeden “güçlü olan kalır, zayıf olan ezilir” gibi bir netice çıkarırlar ki, insanlığın başına dert olan Faşistler hareket noktasını buradan alırlar. Kapitalistler aynı sözü “büyük balık, küçük balığı yutmalı” gibi anlarken, Marksistler sınıf mücadelesine hisse çıkarırlar.

Hasılı Darwinizm bütün batılların işine yarar. Lâkin yıllar teorinin aleyhine işler. Antropologlar söylenenlere güler geçer, moleküler biyoloji tartışmaya nokta koyar. Çürük faraziyeyi el birliği ile kaldırıp çöpe atarlar.

KENDİNE İNANMAYAN ADAM: DARWIN

Evrimi din edinenler tek bir şeye, “tesadüf”e tapınırlar. Ancak onlara, “haydi siz dediklerinizi şartlarını sağlayarak gerçekleştirin” derseniz fena bocalarlar. Nitekim birileri bunların ellerinden tutar, önlerine hesapsız imkanlar açar. Bütün Darwinciler kafa kafaya verir ama bırakın hücreyi, proteinleri, en basit aminoasitleri bile yapamazlar. Kimyasal evrimin mimarlarından Alexander Oparin modern laboratuvarlarda inatla çalışır ama görüşlerine yardımcı olacak tek bulgu yakalayamaz. Bir başka Darwinci Leslie Orgel ise DNA ve RNA’nın akıllara durgunluk veren yapısını öğrenince geri adım atar.

Aslında bu teori farelerin buğdaydan, böceklerin yemek artıklarından oluştuğunu söyleyen Ortaçağ hurafelerine dayanır. Ateşli evrimcilerden Heckel toprağı canlandırabilmek için çok uğraşır ama kendini ihtiyarlatır. Aksi gibi o günlerde Pasteur “cansız cisimlerden hayat oluşmaz” deyince inkarcılar karaya vururlar.

Neyse, masalı dinlemeye devam edelim... Efendim o bir hücre çoğalmış, doku olmuş, kimileri gel biz karaciğere takılalım demiş, kimileri bağırsakçılık oynamakta karar kılmış. Organlar bir araya gelip balık olmuş, balıklar kavağa çıkmış, yılanlar uçmaya kalkmış. Ağaç yapraklarına sulanan ceylanlar zürafa olmuş, otlayanlar keçi kalmış. Suda avlanan ayılar, balinalaşmış, karada dolananlar ayılıklarına yanmış...

Cahillik parayla değil ya...
O devirde biyokimya, mikrobiyoloji ve genetik üzerine çok şey bilinmediği için bunları çürütmek vakit alır. Ancak en basit hücrede bile 2 bin farklı protein ve her proteinde bin kadar aminoasit bulunur. Bunların tesadüfen dizilmeleri mümkün değildir zira protein sentezi DNA şifrelerine uygun olarak sürüp gitmektedir. Bir DNA şifresi kağıda dökülse bir milyon sayfalık kitap olur ki bu 40 tane Britannica Ansiklopedisi demektir. Yeryüzündeki bütün laboratvuarlar bir araya gelse tek protein yapamaz, çünkü tek aminoasit diziliminin doğru çıkma ihtimali 950 sıfırlı rakamlara karşı birdir ki, buna “sıfır” denilse yeridir. Bu bir farenin klavyenin tuşları üzerinde gezinip insanlık tarihini hatasız yazması kadar imkansız bir şeydir. İş aminoasitle de bitmez her hücrenin içinde enerji santralleri, bilgi bankaları, depolama sistemleri ve rafineriler vardır. Bitki hücreleri fotosentez denilen bir işlemle su, karbondioksit ve güneş ısısından nişasta üretirler. Hücreler üreyip çoğalabilir ve kendilerini koruyabilirler. Kısacası her hücre şehir gibidir ve görevini bilir. Bir hücre aslan yelesinde ayrı vazife yapar, kurt gözünde ayrı. Ama o devrin mikroskopları hücreyi flu bir su damlası gibi gösterdiği için Darwin hücrenin muhteşem yapısından habersizdir.

Evrimci bilime düşman
Kaldı ki her hayvan avlanırken, pusu kurar. Hepsi yavrularını korur ve doyururlar. Evrimciler kademe kademe gelişmeyi savunsalar da basite indikçe akıl almaz incelikler bulurlar. Mesela bir bakteri, kamçısıyla öyle şeyler yapar ki aynı iş onlarca elektrik motoru, sayısız sensör, termostat ve bunları yöneten güçlü bir kompüterle başarılamaz. Halbuki söz konusu kamçı sadece 250 molekülden meydana gelir ki basitleştikçe mükemmelleşir. İnsan gözü çok basit görünür ama birbiriyle uyumlu 40 sistemin varlığı tespit edilir. İşte bu “indirgenemez komplekslik” evrimcileri çılgına çevirir.

Tribolitlerin petek gözlerinin içinde yüzlerce göz daha bulunur ki, bulanık su altında berrak görebilir. Bu mükemmel gözün 530 milyon yıl önce yaratılmış olması ve hiç değişmemesi nasıl izah edilir? Öyle ya eğer değişim var idiyse yüz milyon yıllık kaplumbağalar niye aynı kaldı sorusu akla gelir. Nitekim Kambriyen çağını inceleyen zoologlar hiçbir ortak ataya sahip olmayan yüzlerce tür bulurlar ve teori kendiliğinden geberir.

Ahmaklık=Hatada ısrar
Kurbağaları karaya çıkan balık gibi sunmaya çalışan Darwinciler pulların nereye gitiğini anlatamazlar. Kaldı ki balıkla kurbağanın iskelet sistemleri ayrıdır ve yüzgeçler asla ayak şekli alamaz. Hele sürüngenin uçtuğunu söylemek ham hayaldir. Zira kuşların sadece iskeletleri değil beslenmeleri ve solunumları da farklıdır. Bir kuş 8 bin metrede rahat soluk alır ve tüyleri hem genetik, hem fizyolojik olarak puldan ayrıdır. Nitekim tavus kuşunu inceleyen Darwin hasta olur, teorisinden soğur.

Bir sivrisineğin kızılötesi görüş sistemine haiz olması, kan emdiği bölgeyi uyuşturması ve pıhtılaşmayı durdurması. Karıncaların şehirler kurması, yarasanın sonar kullanması, arılarının geometriden anlaması apaçık Allahü teâlânın varlığını gösterir.

İnkar cephesi üst üste yenilgiler alınca akıl almaz bir sahtekarlığa kalkar. İnsan kafatasına orangutan çenesi uydurup gömer, güya kazıdan belge çıkarırlar.

İsterseniz Piltdown adamı diye sunulan ve insanlığı 40 yıl oyalayan maskaralığı da anlatalım...

DARWINCİ SAHTEKAR DR. CHARLES DAWSON

Darwin’e göre şempanzeler kendiliklerinden ayağa kalkar, nasıl ederlerse eder beyinlerini büyütürler, kıllardan arınırlar ve konuşmaya başlayıp insan olurlar. Evrimciler konuyla ilgili çarpıcı resimler çizerler ama bu ara döneme ait tek örnek bulamazlar. Fanatik inkarcılardan Raymond Dart insan yüzüne benzeyen bebek şempanzelerin kafataslarıyla kafa bulandırır ama bunlar büyüdükçe maymunlaşırlar. Evet, Avustralyalı aborjinlerin de kafa yapıları değişiktir ama onlar modern bürolarda çalışır, otomobil, bilgisayar kullanırlar. Hoş, homo erectusun (ara model) yaşadığı iddia edilen yıllarda insanlar şehirler kurar, muhteşem gemilerle denizleri aşarlar. “Kaybolan ırk” olarak sunulan Neandertal insanının flüt, dikiş iğnesi ve takılar yaptığı ortadadır.

Yalancının mumu...
Eğer bugün aramızda dolansalar onları kimse ayıramaz. Yanisi şu ki çirkince insanlarla yakışıklı maymunların iskeletlerini toplar ama bir neticeye varamazlar. Bir kere maymunlar koyun, köpek, inek gibi dört ayaklıdırlar ve hiçbir zaman doğrulamazlar. Kaldı ki iskelete bakarak yumuşak dokuların belirlenemeyeceğini evrimciler de bilir ama habire resim karalarlar. Sırf “yaratıldı” dememek için her canlıya bir kulp takar, takla üstüne takla atarlar.

Yıl 1912... Evrimci militanlardan Charles Dawson (mesleğinde başarılı olamayan şaibeli bir hukukçudur) arkeolojik kazılara katılır ve kör topal işin tekniğini kapar. Londra Tabiat Târihi Müzesi Müdürü Arthur Woodward’u nasıl kandırırsa kandırır ve İngiltere’nin Sukses şehri yakınlarında (Piltdown’da) bir kazı başlatırlar. Burada tam istedikleri gibi bir fosil bulurlar. Darwinistler bunu gürültüyle kutlar ve oturup insanoğlunun tarihini yeniden yazarlar. Tam 40 yıl boyunca resimler yapar, konferanslar düzenler, kürsüleri yumruklarlar. Kendilerine katılmayanları baskı altına alır, “bilim düşmanı” olarak yaftalarlar. Âdem aleyhisselamı alaya alır, mukaddes kitapları mizah konusu yaparlar. Dawson’a doktor payesi vermekle kalmaz adeta putlaştırırlar. Ölümü üzerine devasa heykelini yapar, manevi huzurunda selâma dururlar.

Ancak ne hikmetse bu fosili tetkik etmek isteyen bilim adamlarına zorluklar çıkarırlar. Ancak onları hiç ummadıkları biri yıkar. British Museum’un paleontoloji bölümünden Kenneth Oakley (onu kendilerinden sanırlar) yeni bir yaş belirleme metodu olan flor testini Piltdown adamına uygular. Teste göre çene kemiği çok çok birkaç yıl toprak altında tutulmuştur, kafatası ise bin yıllık filan olmalıdır. İşin detayına girilince çene kemiğinin yeni ölmüş bir orangutana ait olduğu anlaşılır, dişler ise ustaca aşındırılmış, yaşlı görünmesi için potasyum bikromat ile boyanmıştır. Oakley’in ısrarlı takibi üzerine kazı ekibinden hayatta kalanlar bulunur. Bunlar kafatasını önce gömüp, sonra çıkardıklarını saklayamazlar. Sahtekârlığı ortaya çıkaran ekipten Le Cros Clark ve J.S. Weiner “bunun düzmece olduğu o kadar belli ki insanları kırk yıl nasıl oyaladılar, aklımız almıyor” açıklamasını yaparlar. Skandal üzerine “Piltdown adamı” sergilenmekte olduğu müzeden apar topar çıkarılır, “muhteşem belge” sırra kadem basar.

Evrimciler bunca yenilgiye rağmen kuyruğu dik tutarlar. Öylesine saldırganlaşırlar ki Dawson’un heykeline kimse dokunamaz.

Dişe yüz, yüze vücut...
1921 yılında Dr. Davidson Black ve adamları, Pekin civarında iki azı dişine rastlar ve daha fazla delile gerek duymadan, “Pekin Adamı”nı cümle âleme duyururlar. Ekip 1927’de bir azı dişi daha ve 1928’de de kafatası parçaları bulur ve Darwin’in zaferini alkışlarlar. Ancak ne hikmetse Piltdown skandalından sonra bu materyaller de kayboluverir, Dr. Davidson herkesten kaçmaya başlar.

Evrimci ressamların hayal gücü o kadar yüksektir ki 1922’de Nebraska’da bulunan bir dişe çene, çeneye yüz, yüze vücut, vücuda eş, eşe çocuklar, aileye çevre yakıştırırlar. Ancak buldukları dişin bir domuza ait olduğunu öğrenince fena yıkılırlar ki devrin biyologlarından O’Connel “bu yüzkızartıcı bir sahtekârlık. Şeytanın bile aklına gelmeyecek hîleler yapıyorlar” diye dert yanar.

Ne dediler?
Bunca bilim adamının teoriye destek vermesinin tek sebebi var: “Yaratıcının varlığını inkâr!” Biyolog Michael Walker

Gelecek nesiller bu teoriye gülecek, bizimle alay edecekler. Felsefeci Malcolm Muggeridge

Evrim bilim filan değil, zandan ibârettir. Bu bir dünya görüşü, bir inanç sistemidir. Bütün jeolojik delillerden anlaşılan şudur ki, yeryüzünde hayat birdenbire başlar, mercanlar mercan, ahtapotlar ahtapot olarak yaratılırlar.” Prof. T. D. Gish

Önce tek hücre, sonra basit gruplar, dokular... Bütün bunlar ham hayal. Canlılar başlangıçtan îtibâren muhtelif tiplerde yaratıldılar. Prof. Vialleton

Darwinizm bir hatâ olmaktan ziyade ahlâk kurallarını çiğneyen bir kirliliktir. Prof. Guiseppe Sermonti

Efendim maymun gelişip (!) insan olmuş. Maydanoz ne duruyor? Gelişip çınar olsa ya... Seyyid Ahmed Arvasi.