Elmayla Gelen Şöhret, Sir ISAAC NEWTON

|

İsaac, İngilizlerin okuyuşuyla “Ayzek” köy kent karışımı bir beldede doğar (1642). Babasını kaybedince anası ondan kurtulmaya bakar, cılız veledi ninesine çakıp bir köy papazına kaçar. Çocukcağız sığıntı gibi büyür derslerinde başarılı olamaz. Öğretmenleri Ayzek’e gerzek muamelesi yapar, akranları günde üç posta pataklarlar. Garibim iyice içine kapanır ve içli içli ağlar.

İşin tadı kaçınca Ayzek’i okuldan alır, eline bel, tırmık sıkıştırırlar. Ancak bu şaşkın çiftçi tohumdan fideden anlamaz. Bırakın rençberliği, çobanlık bile yapamaz. Koyunları ötede beride unutup, sağda solda kitap okumaya dalar. Ninesi “çoban olamıyorsan, bilgin ol” deyip onu Graham School’a yollar. Ayzek bu teveccühü boşa çıkarmaz. Mektebin kütüphanesinde okumadık kitap bırakmaz, boş zamanlarında minik yel değirmenleri ve enteresan uçurtmalar yapar. Çarklar, pervaneler derken saatçılığa merak salar. Kaldığı köhne evde cirit atan fındık farelerini terbiye eder, onları minik arabalara koşar. Okul müdürü bu sıradışı genci yakinen takip eder ve Cambridge’deki Trinity College’in kapılarını aralar. Burada fakir öğrencilere tanınan kontenjandan yararlanır, ücretsiz yer içer, bütün vaktini Kepler ve Euklid’in kitaplarını okumaya harcar. Derken astronomi ve kimyanın cazibesine kapılır, Latince ve Fransızcayı kapar. Tam aradıklarını bulmuştur ki veba salgını çıkar. Tek çare “hadi gel köyümüze geri dönelim” türküsünü çığırmaktır. O da öyle yapar.

Gökten üç elma düşer...
Newton taşranın ıssızlığında da bilimden kopmaz, aksine derin düşünme fırsatı yakalar. İşte ağaç altında pinekleyip sineklendiği günlerden birinde kafasına bir elma düşer. Newton “peki ay niye düşmüyor”dan hareketle, yerçekimi ve merkezkaç kuvvet arasındaki hassas dengeyi yakalar. Ayın arz, gezegenlerin güneş etrâfında döndüğünü söyler ki bütün bunlar asırlar önce, Kindî, Râzî, Bîrûnî, Hâzinî ve İbn-i Heysem’in eserlerinde detayları ile anlatılmıştır. Meşhur bilim târihçileri Sigrid Hunke, Carr de Vaux ve Will Durant, Newton’un bunu savunmasını “cesurca” ama kendine mal etmesini “edepsizce” bulurlar.

Newton aynı günlerde prizmalarla oynar. Beyaz ışığı tayflara ayırıp, kurallarını koyar. Ardından aynalı teleskoplar yapar, ay ve jüpiteri taramaya başlar. Newton, kuvvet, kütle ve ivme arasındaki alâkayı (f=m x a) mükemmel tespit eder. Ardından “etki ve tepki” prensibini ortaya koyar, kuvantum faraziyesine omuz çıkar. Newton, binom üçgeniyle, sonsuz serilerle ve sonlu farklarla da uğraşır, “diferansiyel ve integral” hesaplarını ortaya koyar. Hocası ve adaşı İsaac Barrow bu sistemi görünce “senin yerin benim koltuğum olmalı” deyip makamını ona bırakmaya kalkar. Newton “olur mu hocam, siz varken” demez, Üniversiteye kapak atma fırsatını kaçırmaz. Evet, artık o bir profesördür ama dersleri tadsız geçer, zira onu pek az kimse anlar. Yazdığı kitaplar hem bilmece gibidir, hem de tumturaklı Latincesiyle can sıkar.

Zirveye doğru
Newton’un “Principia” adlı eserini tek cümleyle özetlersek “benzer sebeplerden benzer neticeler çıkar.” Yani ısıtılan su buharlaşır, soğutulursa donar, hasılı insan “sebepler âleminde” yaşar. Newton, araştırdıkça Allahü teâlâ’nın büyüklüğünü anlar, ateistlere savaş açar. Principia’da “Hepimiz Allah’a muhtacız. Aczimizi görmeli ve O’na teslim olmalıyız. Allah elbette vardır, ebedidir, ezelidir, kudreti nihayetsizdir” yazar. Evet Allah’ın “birliğine” de inanır ama kilise ile takışmaktan korkar. Engizisyonda yargılanmayı ve ateşte yakılmayı göze alamaz.

Newton derinleştikçe dağıtır, saçı sakalı birbirine karışır. Yemeyi, içmeyi unutur, yalnız ve düzensiz yaşamaya başlar. Kimbilir belki de bu yüzden hadiselere farklı bakar. Optik, akustik ve dinamik üzerine yeni yeni kapılar açar. Asabiyecilere sorarsanız Newton’da duygu dalgalanması vardır. Güya depresif dönemlerinde çevresinden uzaklaşır, vesveseleriyle uğraşır. Uykusu kaçar, düşmanlar peydahlar. Sonra felaketler bekler, mesela dünyaya kuyruklu yıldızların çarpacağını sanar. Devrenin hitamında yeniden neşelenir, fikirler peş peşe uçuşmaya başlar. İşte keşiflerinin çoğunu bu dönemde yapar.

O yıllarda İngilizler başarıya açtırlar. Ona ödüller yağdırır, alelacele “sir” ve “şovalye” ünvanlarını bağışlarlar. Bir süre Üniversite idaresini ona bırakırlar. Hatta Royal Society başkanlığına getirir, parlamento temsilciliğine oturturlar. Ancak o yine de uçmaz “sizin beni ne sandığınızı bilemem ama kendimi okyanus kenarında kabuk arayan yalın ayaklı bir çocuk gibi görüyorum” demekten kaçınmaz. Nitekim mezar taşına da buna benzer şeyler yazar: “Allah Newton’a müsaade etmeseydi, karanlıklar aydınlanamazdı!”