Asrın "Koca Yusuf"u YAŞAR DOĞU

|

Doğru mudur, yanlış mıdır bilmem ama yaparlar. Her yıl çocuğu olup beş yılda beşleyenler sonuncuya “Durdu” ya da “Dursun” adını koyar, bebekleri ölenler ise “Yaşar” da teselli ararlar.

İşte Samsun ilinin, Kavak kazasının, Karlı köyünde de yaşamayan kardeşlerin ardından “Yaşar” doğar (1913). Minik bebek henüz altı aylıkken babası (Osman Çavuş) cepheye gider ve ondan bir daha haber alınmaz. Dedesi 93 harbinde Anadolu’ya hicret etmiş yiğit bir Kafkasyalıdır, bu şehit yavrusunu bağrına basar. Sevimli bebeği alıp Emirli köyüne getirir ve ona gözü gibi bakar.

Yaşar, cıva gibi bir çocuktur, yerinde duramaz. Hem bileğine güçlüdür, hem de atlarla yarışa kalkar. Takla atar, ağaca çıkar, güreş yapar, özene bezene dikilen elbiseleri giydiği gün yırtar. Annesi ne zaman azarlayacak olsa dedesi torununu ardına saklar, “bana çekmiş elbette güreşecek” diye sahip çıkar.

Yaşar, dedesinin ardından halasının yanına (Kurnaz köyüne) sığınır. Gün boyu halasının oğullarıyla (Hayrettin ve Kemal Tok) güreş tutar. Yaşı 16-17 olduğunda kireç ocaklarında çalışır, kimin yükü taşınacak, çatısı aktarılacak. odunu kırılacak olsa sevabına yardıma koşar. Bu arada çevre köylerde ve ilçelerdeki karakucak güreşlerine katılır ve çoğu kez ödülü kapar. Peşine bazen bir teke, bazen bir düve takar.

Hasılı Yaşar Doğu yörenin pehlivanlarından (Hüseyin Yener, Eğriboncuk Azmi, Hamamözlü Hamit, Adil Candemir, Suluovalı Ali, İbak Usta, Parmaksız Hacı, Çamlıcalı Çoruk Ahmet, Karapınarlı Hüseyin, Dodurgalı Ömer, Değirmendereli Osman ve Alaçamlı İbiş) çok şey öğrenir, hepsinden hisse kapar.

Minderle tanışınca...
Yaşar, asker ocağında da boğuşmadan duramaz, koğuştakilerin alayını tuşlar. Aynı tertipten Ahmet adlı bir arkadaşı bu işlerden az çok anlar onun zehir gibi gücünü görünce gider yüzbaşıya (Hamdi Bey) birşeyler fısıldar. Sağolsun kumandan bey Yaşar’la ilgilenir ve onu Ankara Güreş Kulübüne yollar. Hatta idman günleri izinli sayar. Tevafuk bu ya, kulüpte minder güreşini geliştirmesi için Türkiye’ye getirilen Finlandiyalı antrenör Onni Pellinen’le karşılaşırlar. Onni usta, Yaşar’ı ilk görüşte listesine yazar. Sağdan soldan “o daha acemi” diyen çok olur ama aldırmaz.

Doğrusu Yaşar da kendine güvenenlerin yüzünü kara çıkarmaz. Önüne geleni yıkar ve kendisinden eski ve kiloluları bile zorlar. İlk millî maçına 1939 Avrupa Şampiyonasında (Oslo’da) çıkar. Tecrübesizliğine rağmen üç rakibini de tuşlar, bir maçta da hasmını dağıtır ama onu sayıyla yenik sayarlar. O yıllarda hakemler göstere göstere taraf tutar, ortada geçen güreşlerde rakiplerimizin elini kaldırırlar. Hasılı ilk defa çıktığı şampiyondan bir gümüş çıkarır ki buna cümle alem şaşar.

Yaşar Doğu 1940 yılında İstanbul’da yapılan Balkan Oyunları’nda fırtına gibi eser ve şampiyon olur. Derken 2. Cihan Harbi başlar ve müsabaka filan yapılamaz. 6 yıllık bir duraklamadan sonra tekrar Milli Takım kurulur (1946) onu seve seve takıma çağırırlar.

Bir de sıtma olmasa...
Yaşar, Stockholm’de yapılan Avrupa Şampiyonası’nda sıtmaya yakalanır. Nasıl ateş, nasıl ateş. Yürüyecek dermânı kalmaz. Buna rağmen güreşir ve rakiblerini eze eze kürsüye çıkar. Ki o yıllarda “Demirperde” ülkeleri çok iddialıdırlar. İrili ufaklı Sovyet peykleri Ruslara yatar, el birliğiyle SSCB marşını çaldırırlar. Hasılı Yaşar, sadece rakibini değil, “demirperde hakemleri”ni de yenmesi gerektiğini anlar. Bir keresinde Rusun sırtını mindere yapıştırır, hakemler aldırmazlar. Sonra bir tuş daha yapar, o da aynı akıbete uğrar. Üçüncüsünde fena kızar rakibini çift sürer gibi sürer ve çatır çatır çevirip göğsüne çıkar. Hakemler bakarlar ki bu çılgın Türk, güreşçilerinin kemiklerini kıracak, zoraki bir “tamam, oldu” der, Rus’u, Yaşar’ın elinden kurtarırlar.

Artık Güreş Dünyasında bir yıldız parlar. Yaşar 1948 Olimpiyatlarının ardından 1949 Avrupa Şampiyonluğunu da listeye katar. 1950 yılında Irak ve Pakistan’da adeta şov yapar. 1951 yılında Helsinki’de yapılan Dünya Şampiyonası’na katıldığında kilo fazlası vardır ama bir üst sıklette (87 kiloda) mindere çıkar, “yapma etme” diyenlere inat bu kategoride de yenmedik pehlivan bırakmaz.

PEHLİVAN BABASI

Yaşar Doğu kendi halinde bir pehlivandır. Dünyanın dört bir yanında marşımızı dinletip bayrağımızı çektirirken Ankara Kaleiçi’nde bir göz oda kiralar. İşte kızları Reyhan ve Melahat bu evde doğarlar. İyi de güreş karın doyurmaz ki, sağolsun dostlar araya girer, ona bir iş uydururlar. İşçilik zor, ücret cüzidir ama aldırmaz, baklava börek olmasa da çorba kaynamaya başlar.

Yaşar, 1948 Londra Olimpiyatları’ndan şampiyon olarak dönünce eline bir ödül çeki sıkıştırırlar. Bu parayla (20 bin lira) Ankara Dışkapı’da bir ev alır, kalanıyla da bir köfteci dükkanı açar (ne paraymış ama). Çalıştırdığı adamlara tek bir emir verir “kulağı kırıklardan para alınmayacak!” Ancak o günlerde Anadolu’dan kopup gelen pehlivanlar Yaşar ağabeylerinin dükkanında buluşurlar. Bu çocuklar, üç porsiyon yeseler kanmaz, tatlısız çorbasız doymazlar. Tabii bir süre sonra lokanta batar.

Hem şampiyon hem insan
Ama Yaşar Doğu evinin kapısını daima açık tutar, bazen o kadar çok genç gelir ki kendi çocuklarına yatacak yer kalmaz.

Yaşar, Helsinki’de (1951) rakiplerini eze eze Dünya Şampiyonu olur, görünen o ki 1952 olimpiyatlarından da havada karada altın çıkaracaktır. Ancak Komite Başkanı Burhan Felek üstüne vazife olmayan bir iş yapar. Tutar, devletin ödülle teşvik ettiği sporcuları (Yaşar Doğu, Nasuh Akar, Gazanfer Bilge, Celal Atik ve Ruhi Sarıalp’i) Dünya Olimpiyat Birliğine gammazlar. Bu her ülkede olan bir şeydir ama adamlar ihbarı dikkate alırlar. Şampiyon adaylarımız olimpiyatlara katılamaz ve hiç yoktan madalyalar uçar.

Yaşar Doğu zamanının çoğunu güreşçilere ayırmasına rağmen ailesini unutmaz. O iyi bir mümindir ve çocuklarını da iyi bir mümin olarak yetiştirmeye bakar. Yatsıyı kılar yatarlar, sabah ezanları okunurken ayakta olur, neşeyle kahvaltıya otururlar.

Yaşar Doğu pehlivanları da evladı sayar gün boyu onlar için koşturur, sahipsiz güreşçilere iş bulmak için kamu ve özel kuruluşların kapılarını çalar. Sırf bu yüzden bürokratlarla samimi olur, dostlukları pekiştirmeye bakar. Bu arada güreş turnuvaları düzenler, gelirini fukara öğrencilere bağışlar.

Yaşar Doğu zamanı gelince minderi bırakır ama güreşten kopamaz. Onu Güreş Milli Takımına hoca yaparlar. 1955 yılında İsveç’te ciddi bir kalp krizi geçirir. Tabibler güreş seyretmeyi bile yasaklasalar da o hastalığını ciddiye almaz. Nitekim yorgun kalbi bir daha tekler her fani gibi ölümü tadar. (1961)

Yaşar Doğu’nun oğlu sporbilimci Prof. Dr. Gazanfer Doğu bakın babasını nasıl anlatıyor:
“Babam mert ve dürüst bir köy çocuğuydu. Alavere dalavere tanımazdı, almaktan değil vermekten hoşlanırdı. İnandığı gibi yaşadı, servet peşinde koşmadı. Çok dindardı, iki rekat namaz kılmadan mindere çıkmazdı. Gazinoya götürürlerdi, o ayranını yudumlardı. İman gücüyle güreşir, 40 derece sıtma ateşi ile madalya alırdı. Lâkin onu madalya sayısı ile değerlendiren yanlış yapar. Zira o devirde Cihan Harbi patladı ve Türkiye 10 yıl uluslararası yarışmalara katılmadı. Zaten o tarihlerde iki yılda bir Avrupa, 4 yılda bir dünya şampiyanosu yapılırdı. O çıktığı her maçı aldı ki; bu gün olsa birkaç yüz madalya toplardı. Güreşe 66 kiloda başladı, 87 oldu yine bırakmadı. Hatta ağıra da çıktı, devasa adamları yıktı. Hem grekoda, hem serbestte (üstelik 4 ayrı kategoride) güreşti ve hiç tuşlanmadı. Gelgelelim önemli olan onun güreşçiliğinden ziyade spor adabıydı. Karış karış Anadolu’yu gezer şampiyon adayı arardı. Evimize o kadar çok güreşçi geliyordu ki 5 oda yetmiyordu. Nitekim Dağıstanlı’ları, Hamit Kaplan’ları, Ahmet Ayık’ları o kazandırdı. Tevfik Kış iki kere köyüne kaçtı, babam ayağına kadar gidip takıma çağırdı. Eskiden tek dert bayrak çektirtmek ve marş çaldırtmaktı. Elleriyle odun toplayıp su ısıtır, onunla yıkanırlardı.

Stat ortasında tokat!
Bir keresinde İstanbul Mithatpaşa Stadı’nda Avrupa Şampiyonası yapılıyor. Hamid Kaplan’a zayıf bir rakip düşüyor. Nasıl olsa yenecek ya, kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor, çocuğu madara ediyor. Babam Çerkezce ikaz ediyor, Hamid duymazlıktan geliyor. Türkçe söylüyor “ı ıh!” Babam da kızıp minderin kenarından uzaklaşıyor. Hamid bunu farkedince rakibini anında tuşluyor ve peşinden koşup babamın önüne geçiyor. Rahmetli ona öyle bir tokat aşkediyor ki ortalık çın çın çınlıyor. Düşünün Mithatpaşa Stadı’nda bir şampiyonu tokatlayacaksınız. Bugün olsa ortalık yıkılır. Ama Hamid edeple Yaşar Hocasının elini yakalıyor ve öpüp başına koyuyor. Babam ona sarılıyor, başlıyorlar mı hıçkıra hıçkıra ağlamaya...

Yaşar Doğu karşısındaki gâvur da olsa alaya almaz, işini dosdoğru yapar. Talebeleri de öyle olmalıdırlar...”