İstanbul’un garip muhaciri: MAZHAR OSMAN

|

OSMANOĞLU MAZHAR

1890’lı yıllar... Açlık, sefalet dizboyu... İstanbullular çocuklarını leyli okutmaya bakarlar. Talebenin cebi deliktir ama unutulmaz dostluklar yaşarlar. Koca koğuş kimi gün el kadar helvayı kırışır, kimi gün bir kangal sucuğu paylaşırlar. Kendi hali perişanına bakmaz, başkaları için yaşarlar. Hamasi şiirler yazar, içlerinde “on defa vatan, yüz defa hürriyet” geçen, süngülü, bıçaklı ve de bol kanlı mısralar karalarlar. Gırtlaklarını yırtarcasına “padişahım çok yaşa” diye bağırır ve cepheye koşmak için çırpınırlar. Ancak çok yaşa diye bağırdıkları olgun padişah (Abdülhamid Han) savaşın adını bile anmaz. Anmaz ama sadece mektep çocuklarını değil, büyük veledleri de susturamaz. Üç lirayı denkleştirip baskısı kirli bir dergi çıkartan, ‘Ulu Hakan’a sataşmaya başlar. Kimi “şeriat istiyoruz” diye yırtınır (sanki memleket başka şeyle yönetilir), kimisi de yapış yapış taklitçiliğe kalkar. Kâh Ergenekon hülyaları kurar, kâh Fransız’ın, Alman’ın düdüğünü çalarlar.


Filinta gibi tıbbiyeli...
Neyse bizim, ufak tefek ve çelimsiz Mazhar’ımız, baklava börek yiyemese de sınıflarını birincilikle atlar. Hatta zaman zaman “ölmüş eşek kurttan korkmaz” deyip ceplerindeki son kuruşlarla fayton tutar, Çamlıca’yı turlarlar. O da her idadili gibi Ermeni fotoğrafçılara poz verir, külhani bakışlarla objektifi keserken, elini arkadaşının omuzuna atar. Eh bu arada memleket meselelerine bigane kalmaz, iktisadi ve içtimai gidişatı “vaziyet etmek” için Cağaloğlu havası alırlar.

O yıl hüzünlü geçer, önce babası işini, sonra annesi canını kaybeder. Genç kadını soğuk bir günde Bülbülderesi’nin kuytularına bırakırlar. Artık üç kızkardeşin yükü de omuzlarındadır, mesuliyetini düşündükçe yaprak gibi titrer.

Öyle ya da böyle mektep biter, eline al kurdeleli bir şehadetname tutuşturup, alnından öperler. O günlerde mülkiye ve mühendishane çok caziptir ama o Gülhane’ye girer. Niye? Çünkü Askerî Tıbbiye’de para istemezler. Ayrıca yatacak yer gösterir, iyice sayılacak bir karavana verirler. Hepsi bir yana yenleri yakaları kadife kaplı setresiyle, iri metal düğmeli kaputu yeter. Sonra ibrişim şeritler, özene bezene yapılmış bir hançer ve sağlam potinler... Sırtı hiç bu kadar ısınmamış ve bu güne kadar ona kimse böyle imrenerek bakmamıştır. Fesini hafiften yana yatırır, göğsünü ileri çıkarır. Potinlerini tatlı tatlı gıcırdatır, kıskananları çatlatır.

Devletin zor günleridir, ancak Ulu Hakan gençlere verebildiğinin en iyisini vermeye bakar. Sarayın yanıbaşında, dünyanın en güzel manzaralı binasını bağışlar. Yeryüzünün en ünlü hocalarını İstanbul’a getirtir ve laboratuvar imkanları ile asrı yakalar. Buna rağmen gençler değişik cereyanlara kapılır, Osmanlıya “aykırı” bakarlar. Padişahı hürmetle değil, nefretle anarlar. Mazhar siyasetten hoşlanmaz, çalışır, didinir, sadece işini yapar. Evet teorik derslerde arkadaşlarına bariz bir fark atar, ancak eline alet yakışmaz. Bistüriyü kama gibi tutar, enjektörü kemiğe kadar sokar. Gün gelir hastalara ziyan vermekten korkar, sırf bu yüzden insanlarla en az temasta olabileceği dallara yelken açar. Pek de heves etmediği halde asabiye ve akliye bölümünün kapısını çalar.

Batılıdan batılı sultan
Bu saha çok muğlaktır, cerrah keser, biçer, dahiliyeci tahlil ister, ilaç yazar. Ama o günlerde mecnunlar dertlerine yanarlar. İstanbul, Toptaşı’nda bir bimarhane vardır ama hekimler ne eskiye dönebilir ne de çağı kovalarlar. Abdülhamid Han bu konuya da el atar. Bizzat Wilhelm’i araya koyar, Kayzer dünyaca ünlü asabiyecileri (Prof. Rieder ile Dr. Deycke’yi) İstanbul’a yollar. Sultan, onlara elbette yüksek ücretler verir, rütbe ve nişanlar bağışlar. Yetmez eski Gülhane Rüştiyesini emirlerine sunar, 150 yataklı bir hastahane kurarlar.

Osman oğlu Yusuf Mazhar, 1904 yılında mezun olur. Artık babasının borçlarını ödemeli, kızkardeşlerini evlendirmelidir. Hatta kendi de evlenmeli refikası, mahdumu, kerimesi olmalıdır. Tabip yüzbaşımız ilk vazifesine Gülhane’de başlar. Ancak aldığı eğitimle kalmaz ele geçirdiği her asabiye kitabını okur, ince ince notlar tutar. Genç doktor, Avusturyalı Freud ve pisikanalizi hiç tutmaz ama Alman Kraepelin’i adeta ezberleyip yutar.

Bir ara Haydarpaşa Hastanesi’ne başhekim olarak atanır, bir ara muallim muavinliği yapar. Artık o da Enver Paşa gibi uçları elmacık kemiğine uzanan bıyıklar bırakır ve devrin ünlü yazarları ile görüşme şerefini yakalar. Ancak yakından tanıyınca onları boşuna gözünde büyüttüğünü anlar. Mesela hayranı olduğu Abdülhak Hamid, Madam Lusyen’in peşinde köle gibi dolanan zavallı bir ihtiyar, Tevfik Fikret sadece kendini beğenen ve önüne gelene öpmesi için elini uzatan bir hastadır. Abdullah Cevdet “Türk ırkını ıslah için Macaristan’dan damızlık erkek getirmeli” diyen bir budala,”İctihad Evi” denen yer tam bir fitne ocağıdır. Bu arada uyuşturucu müptelası olan Neyzen Tevfik ve bunalımlı Muallâ (Fikret Muallâ) ile sıkça karşılaşırlar.

YEŞİLAY'IN KURUCUSU MAZHAR OSMAN

Geçtiğimiz asrın sonlarına doğru talebeler nümayiş üzerine nümayiş yapar, ortalığı “Filibe’ye Sofya’ya” sloganları ile çınlatırlar. Abdülhamid Han, etin çelikle tokuşamayacağını iyi bilir ama kimseye anlatamaz. Hareket Ordusu Sultan’ı “hal” eder ve Balkanlar’da hareketlenme başlar. Mazhar, Manastır’a yollanır, mütevazı imkânlarla çalışan seyyar hastahane geceli gündüzlü yaralı bakar. Ortalık çok karışıktır, Bulgarı Yunanı da “hürriyet” diye bağırır, Türkler de “hürriyet” diye naralanırlar. Askerden çok çeteci vardır ve sabotajlar, tecavüzler birbirini kovalar. Gençler şişenin dibine vurur, zikzak çize çize dolanırlar. Bir tarafta Sırplar, bir tarafta bizimkiler demlenir, Arnavutlar ayrı telden çalar, Ulahlar başka havadan oynarlar... Sahi vatan neresidir, milet kimdir, hem dindar hani? Ağzını açan tebaayı hizaya koyacak bir inkılaptan bahseder ama kimse kendi işini doğru yapmaz. Mazhar, burada kitle psikolojisinin mantığını kavrar ve tecrübelerini notlarına katar. İşte tam o günlerde onu yeniden İstanbul’a çağırırlar.

Mazhar, artık mesleğinde zirve olma yolundadır, gece gündüz çalışıp kitabını (tababet-i ruhiye) tamamlar. İyi de tam o günlerde tayini Yemen’e çıkar. Bunu durdurmanın tek yolu vardır bir kurs ayarlamak. Asabiye ve akliye kürsüsünün hocaları (Özellikle Herr Wieting) ona bu iyiliği yapar, Berlin’de ihtisas yapmasını sağlar.

Türk gibi çalışkan!..
Mazhar Osman, üzerinde yıllardır çalıştığı kitabını bastırıp üç beş kuruş para kazanınca hiç durmaz. Kendini “Enverland (Enverin ülkesi)-Berlin” yazan şimendifere atar. Almanya’yı, beklediğinin de fevkinde bulur. Gecenin bir vakti inmesine rağmen ortalık ışıl ışıldır, caddelerin temizliğine düzenine hayran kalır. Sabah yaylı ve fayton takırtısı ile değil otomobil ve klakson sesleri ile uyanır. Gecikmeden ihtisas yapacağı kliniğe koşar ve hayranı olduğu Prof Kraepelin ile tanışır. Bu hoca çok Türk görmüştür ve laçkalığımızın farkındadır. Hatta tembel ve dalgacılara “Türk gibi” diye takılır. Ancak Mazhar çok farklıdır. Gülhane’de Alman hocalarla ve schwesterlerle (hemşirelerle) çalıştığı için hem lisanı kafidir, hem de disiplinlidir. Mazhar bu adamların neden hoşlanacaklarını ve neye kızacaklarını iyi bilir. Nitekim Kraepelin notunu verir, ona çok şey öğretir.

Bu profosör ağzına bira bile sürmeyen bir alkol düşmanıdır ve sigaranın adını dahi andırmaz. Mazhar’ın ne içkisi ne sigarası vardır bu yüzden onu çok tutar. Mazhar bu sürede alabileceğinin azamisini almaya niyetlidir ancak korktuğu başına gelir. İstanbul’da işler karışır ve onu Yemen’e yollamak için geri çağırırlar.

Şimdi Mazhar aradan geçen aylardan sonra ülkesindeki değişiklikleri gözlemelidir. Zira o da arkadaşları gibi Meşrutiyetten çok şey beklemektedir. Heyhat! Memleketin hepten çivisi çıkmıştır, yol boyunda kaldığı oteller haşerat yuvasıdır ve kafasını vurup hiçbirinde uyuyamaz. Hele o güzelim İstanbul’u tanıyamaz, ortalık dilenci, sakat, sefil kaynar. Yağlı, kirli esvaplar, soluk benizli çocuklar, saman arabaları, bakımsız faytonlar... Doğrusu Abdülhamid’li yılları çok arar.

Almanya’da okumuş şekerim
O günlerde Topkapı Bimarhanesini ziyaret eder gördüğü manzara karşısında adeta donar. Hastalar kürek mahkumları gibi loş kasvetli hücrelere tıkılmışlardır ve pisliklerinin üzerinde otururlar. Üzerlerinde ordular halinde bitler gezinir, cildleri çorak toprakları andırır. Bir an önce gebersinler diye ellerine çiğ sebzeler verilmiş, hele cüzzamlılar hepten terkedilmiştir.

İttihatçıların Bastil’e benzettikleri bimarhane den ne aydın, ne şair çıkar, mecnunlardan gayrisi bulunmaz.

Mazhar, Yemen için hazırlanırken Gülhane’deki Almanlar (özellikle Dr. Wieting) bir güzellik yapar, tayinini durdururlar. Onu “Asabiye ve Elektroterapi” hocası yaparlar. Her ne kadar yoğun olsa da zaman zaman uzak semtlerdeki paşa konaklarına hasta ziyaretine gider, kar çamur demez üç beş mecidiye toplamaya bakar. O devirde Almanya görmüş bir asabiyeci çok prim yapar. Şişli ve Nişantaşı sakinleri randevu için sıkıştırmaya başlarlar. Cüzdanı azıcık kalınlaşınca Divanyolu’nda bir muayenehane açar ve gördüğü talebe kendi de şaşar. Bir asabiyeci olarak insanların hayatlarını da araştırır ve sükutu hayale uğrar. Ne yazık ki o günlerde İstanbul’da afyon kullanımı patlar, tangocu kılıklı fahişeler sakalı çıkmamış çocuklara sataşırlar. Azıcık postu düzenler metres üstüne metres tutar, sahipsiz kızları olmadık hayallerle avuturlar. Gözü açılan kapatmalar erkek milletinden intikam almaya kalkarlar. İstanbul’da hiç görülmeyen şeyler olur ve frengi yayılmaya başlar. Bu yüzden olacak Mazhar Osman, ısrarla teaddüt-ü zevcadı (çok eşliliği) savunur ve kurduğu Hilali Ahdar (Yeşilay) Cemiyeti ile uyuşturucuya savaş açar. Mazhar Hoca sigara içenlerin fincanlarını bile çöpe attırır, “ulan sizi it bile ısırmaz” diye aşağılar.

Hasılı bu millet ne eskisi gibi doğulu kalabilir ne de batılı olabilir. Avrupa’dan sadece pislik ithal eden özentiler koca imparatorluğu girdaba yuvarlarlar. Mazhar, Almanya görmüş bir ziyalı (aydın) olarak batının müspet vechesini anlatmak için kendini hırpalar. Hem konferanstan konferansa koşar, hem de çıkardığı dergiyle Münih’in aydınlık evlerini, Berlin’in kanalizasyon sistemini, su şebekesini, ulaşımını, eğitimini ve en önemlisi hastaya yaklaşma şekillerini yazar...


YORULMAK BİLMEYEN ADAM

Osmanlının Almanya ve İngiltere gibi sanayileşebilmesi için sükunete ihtiyacı vardır ancak gel-geç hevesli İttihatçılar akıl almaz bir maceraya kalkışır, tarihe ad yazdırmak hevesiyle harbe bulaşırlar. Mazhar, bu milletin savaşacak hali olmadığını iyi bilir ama kimseye anlatamaz. Ortalık karışınca onu Lüleburgaz’a yollarlar. Ancak daha Sirkeci’den trene binmeden, ordumuz dağılır, Bulgarı Çatalca’da zor durdururlar. Manzara anlatılacak gibi değildir. Sahipsizlik, başıbozukluk diz boyudur, subaylar panikler, acemi erler ne yapacaklarını şaşırırlar. Gariban Anadolu çocukları birikinti sularını yudumlar, at leşleriyle karın doyururlar. Yaralıları karga-tulumba trenlere atar, Çatalca’ya ulaştırırlar. Mazhar Osman bir hekim olarak onlara sıcak bir çorba, berrak bir çay verememenin burukluğunu yaşar. Bir ara ishal vakaları sıklaşır. Mazhar bunların “kolera” olabileceği hususunda yırtınır ama amirleri rütbe basar, “hayır dizanteri” der, mevzuyu kapatırlar. Vakaların kolera olduğunu anladıklarında pişman olurlar ama neye yarar? Nice fidan boylu çocuk tek fişek atamadan erir, abdesthane köşelerinde kıvranırlar. Kolera öylesine yayılır ki Bulgarlar rahatlıkla aşacakları savunma hatlarından uzaklaşır, bizi derdimizle başbaşa bırakırlar.

Asabiye neye yarar?
Derken akıl olmaz bir şey olur. İttihatçılar, Akliye Asabiye bölümünü, Nisaiye (kadın doğum) gibi değerlendirir “kapatılsın! Askere yaramaz” buyururlar! Halbuki Asabiye servisine en fazla lüzum olduğu günlerdir, zira Cihan Harbi çıkmış ve Enver, Cemal, Talat üçlüsü Almanların tatlı hatırı için sonu belirsiz bir serüvene atılmışlardır...

İttihatçılar mitralyözlü mevzilere süngü hücumuna kalkar, insan kaybını ciddiye almazlar. Mazhar, Haydarpaşa Hastahanesinde canla başla çalışır. Cepheye indiği gün vurulan acemi erlerin tedavileri ile uğraşır. Askerlerin alayı bitlenir, hatta hekimler bile tifüse yakalanır. Bunlardan biri de Mazhar’dır.

Savaş bütün acımasızlığı ile sürerken ayak kaydırmaca, alkış, iltimas ve yalakalık artar. Mazhar Osman gördüğü bütün aksaklıkları İstanbul Seririyatına yazar, bir nevi safra atar.

Yıllar geçer onu Toptaşı Bimarhanesi’ne yollarlar. Mazhar Osman bunu nicedir arzulamaktadır, vazifeye hızlı başlar güvendiği asistanlarını yanına alıp, kolları sıvar. Pislikten geçilmeyen binayı baştan ayağa yıkar, boya badana yaparlar. Yıllardan sonra ilk kez temiz çarşaf ayarlar, bitli yatakları dışarı atarlar. Mecnun diye itilen insanlar ilk kez ısınır ve ilk kez doyarlar. O günlerde cüzzamlılar başlarına buyruk yaşar, gözden ırak semtlerde hayvan besleyip yaralı elleri ile süt sağarlar. Mazhar Osman onları toplar ve önlerine mütevazı da olsa bir kumanya koyar. Ancak Valide Camii’nin yanıbaşına ilişen daracık medrese eskisinde bu kadar olur, bimarhanenin şeraiti sıhhıyesi bundan fazlasına imkan tanımaz. Halbuki düzgün bir bina meselâ Darülaceze’yi verecek olsalar neler yapılmaz. Oradaki yaşlılara da bakmaya hazırdır ama olmaz.

Hayaller gerçek olunca...
İşte tam o günlerde Bakırköy İncirli arasında eski bir süvari kışlası olan metruk Reşadiye kışlasını gösterir “ne dersin” buyururlar. Ne desin? Körün aradığı bir göz, önüne 1100 dönümlük bir arazi koyarlar.

Mazhar Osman birileri “dağ başı” dese de kışlayı çok sever ve derhal çalışmaya başlar. Zira yağmacılar metruk binaları dağıtır, kiremitleri bile kapışırlar. Soğuk ve yağışa rağmen pavyonları elden geçirip sağlam hastaları taşırlar. Sirkeci’den Bakırköy’e kadar trenle gelir, dar ve kaygan yolları öküz arabalarıyla aşarlar. Zuhuratbaba civarında enteresan bir konvoy uzar, mecnunlar bağırır çağırır, kimi uygun adım yürür, kimi kumandan gibi selama durur. Böylece İstanbul Emraz-ı Akliye ve Asabiye Hastanesi kurulur. (1926)

Mazhar Osman hasta kaynayan ve çil çil altın kazandıran muayenehanesini unutur, evine günlerce uğramaz. Güçlü kuvvetli ve laftan anlayan hastalara kanal kazdırır, duvar yaptırır. Kimi taş kırar, kimi sebze soyar. Temizliği sıkı tutar, taşıma suyla başlar ve alelacele bir artezyen vurdurular. Cereyan gelene kadar petrol lambası ile idare eder, çalı çırpı yakarak ısınırlar. Sonra helalar banyolar şekillenir, mutfakta kazanlar kaynarken elde edilen ısı hamama sıcak su sağlar. Açık hava hepsine iyi gelir ve gözle görülür ölçüde rahatlarlar. Hastalar her işe “he” der seve seve ot yolarlar. Onun hayalindeki hastahane tatil köyü gibi bir şey olmalıdır. Şu fıstık çaml0arının bittiği yerde kiraz ağaçları uzanmalı, sonra bir bağ kurmalıdırlar. O devirde üzüm iyi para eder, belki ticaret yapar, tahsisat için ona buna el açmaktan (istedikleri sadece 20 bin liradır) kurtulurlar. Ah bir kendi imkanları ile ayakta kalmanın yolunu bulsalar!..

Neyse o zor günler de geçer. Bakırköy şekillenip ortaya çıkar ve büyük ün yapar. Minibüs muavinleri “kalkıyor!.. Mazhar Osman’a bir iki!” diye bağırmaya başlarlar...