Balkanların Çıbanı KAZIKLI VOYVODA

|

Kazıklı Voyvoda namlı Vlad Tepeş, dengesiz bir adamdır, kime ne yapacağı hiç belli olmaz. Bir bakarsınız kapısında nöbet tutan muhafızı öldürtür, bir bakarsınız birlikte sofraya oturduğu asilzadeyi kazığa çakar. Eflâk’a dil öğrenmeye gelen 400 Macar öğrenci ile panayıra uğrayan 600 Alman tüccarı sebepsiz mesnedsiz cellada yollar. Hıristiyanlara da saldırmaktan geri durmaz ama öncelikle dedelerimizi tüketmeye bakar.

Fatih, birlikte okuduğu ve bizzat seçip Eflak Boğdan’a yolladığı prensi yakinen tanır, bu zulmü Vlad’a yakıştıramaz. Yine de soruşturma yaptırmaktan geri durmaz. Ne yazık ki elçiler de aynı akıbete uğrar, şerefsiz herif Osmanlıların sarıklarını başlarına çiviletir, kafataslarından kadeh yaptırıp kanlarını yudumlar.

Eh küstahlığın bu kadarı da fazladır. Bu kez Vidin Muhafızı Hamza Paşa’dan Vlad’ın kulağnı bükmesini arzular. Ancak bu kanlı katil, paşa maşa tanımaz, sakalı devlet işlerinde ağaran ihtiyar muhafızı kazığa çakar.

Yetmez Bulgaristan’a iner, ahaliyi kırar. Zemin, katran gibi pıhtı tutar, 25 bin esiri de zincirleyip peşine takar.

Fatih Sultan Mehmed iş başa düştü deyip Eflâk seferine çıkar. Veziriâzam Mahmud Paşa 175 teknelik donanma ile Karadeniz ve Tuna kıyılarını abluka altına alır, sahilde kuş uçurtmaz.

El mi yaman bey mi?
Voyvoda bozuntusu önce Transilvanya ormanlarına sonra Karpat dağlarına kaçar. Göründüğü yerde asla durmaz. Fatih, Eflâk başkentine girdiğinde 20 bin cesetlik bir kazık ormanı ile karşılaşır ki ortalık felaket kokar. Kargalar göz oymakta, köpekler kol bacak koparmaktadırlar. Mevtalar arasında anlı şanlı Hamza Paşa’yı da görünce gözyaşlarını tutamaz.

Vlad’ın izini sürer, onu Poeinari Kalesi’nde kuşatırlar. Bu hisar 900 metre yüksekliğinde sarp bir tepenin zirvesine kurulmuştur, top tüfek işe yaramaz.

Vlad teslim olmayacak kadar inatçıdır ancak kendisiyle birlikte mahsur kalan eşi Elizabetha bu sinir savaşına dayanamaz, kendini burçlardan aşağı atar. Gelgelelim Vlad gizli geçitleri kullanarak kurtulur ve Macaristan’a kaçar.

Beklenen akıbet
Fatih, Vlad’ın yerine kardeşini (yakışıklılığı ve munis tabiatıyla tanınan Radul’u) oturtur. Doğrusu bu zarif prens Osmanlı’ya sadık kalır, Padişahı üzmemeye bakar. Fatih Vlad’ı cezalandırma işini Macarlara havale eder, nitekim adamlar onu yakalar, içeri tıkarlar.

Vishegrad ve Peşte’de 14 yıl gözaltında tutulan Dracula, hapishane günlerini fareleri kazığa geçirerek değerlendirir, kuşlar üzerinde çalışabilmek için gardiyanlara rüşvet verir, hayvancıkların diri diri tüylerini yolup stres atar.

Politika pis iştir vesselam. Türklerle, ne askeri, ne siyasi hiçbir alanda aşık atamayan Avrupalılar belden aşağı vururlar. Yeni Macar Kralı Matei Corvin ve Moldova Prensi Stefan, Vlad’ı silbaştan Osmanlının başına sararlar. Onu salıvermekle kalmaz, silah ve asker de verir, kanlı operasyonlar düzenlemesi için kışkırtırlar.

Adrese teslim
Ancak Osmanlı istihbaratının gücünü unutmuş olmalıdırlar, Voyvoda’nın sadık sandığı adamları dahi İstanbul’a çalışırlar. Nitekim onu hiç ummadığı bir anda yere yıkar, kafasını koparırlar. Kanlı kelleyi bir sepete koyar, Dersaadete yollarlar. Laşesini de Bükreş yakınlarında (Snagov Manastırı’nda) bir çukura atarlar...

Efendim yıllar sonra mezar açılmış da boş çıkmış filan... Laf...

Duymuşsunuzdur, yılın üç yüz günü güneşe hasret kalan Britanyalılar kasvetli binalara kapanır, ürkütücü hikayeler uydururlar. Onlara sorarsanız mahzenlerde çatı aralarında hortlaklar dolanmakta, kapıların ardına sinmekte ve gırtlak sıkmak için fırsat kollamaktadırlar. Güya göllerin derinliklerinde, zürafa boyunlu canavarlar yaşamakta balıkçıları ham yapmaktadırlar. Sonra her şatoya iç ürperten bir hikaye yakıştırırlar.

İşte hayatı boyunca İrlanda’dan çıkmayan, Romanya’ya ve Karpatlar’a adımını dahi atmayan, sabah 8 akşam 5 mesaisi ile Dublin’de devlet memurluğu yapan bir yazar (Bram Stoker) Kazıklı Voyvoda’nın hikayesinden “Kont Dragula” gibi bir karakter çıkarır (1890’lar filan) ve milletin tüylerini diken diken yapar.

Dublinli Dracula
Aslında Avrupa’da eskiden beri cadı, vampir, kurtadam hikâyeleri anlatılagelir, sonra kara kancoloslar, kör korsanlar, yılanlı defineler, kuru kafalar filan...

Birileri insanların zaaflarıyla oynar, sinir tellerine dokunmaktan zevk alırlar...

Hattı zatında bu masallar taaa Homeroslu yıllara uzar, sözde Zeus’un gayrimeşru dalgası Lemeia canavarın tekidir, öyle ki kendi çocuklarını öldürecek kadar...

Orta Çağ kilisesi bunlara teammüden (bilerek, isteyerek) alkış tutar, ürken korkan insanlara haçlar, ikonalar, kutsal sular pazarlar.

Engizisyon mahkemeleri bir milyona yakın kadını “cadı olabileceği” ihtimaline karşı yakar. Eh cadılar yalancı olabilecekleri için (!) kendilerini savunamazlar. Halbuki tarihçiler engizisyondan başka cadı tanımaz.

İşte Mr. Brom da romanını bu alt yapı üstüne kurar. Hadise elbette karanlık gecelerde geçer, mezarlıklar, siyah perdeli faytonlar, mumya edalı arabacılar filan... Sonra metruk şatolar, baykuşlar, yarasalar...

Ansızın çakan şimşeklerle yüzleri hayal meyal aydınlanan kara vicdanlılar, kanını emecek “av” ararlar...